Bismillahirrahmanirrahim
Sual: İstibdadın çirkinliğine, meşrutiyetin bu derece iyiliğine delilin nedir?
Cevap: Siz avam olduğunuzdan hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden, temsil size bürhân-ı nazarîden daha ziyade muknîdir. İşte, ikisinin mâhiyetlerini misâlle tasvir edip göstereceğim.
İşte, biliniz:
Hükûmet hekim gibidir; millet hastadır. Farzediniz, ben şu çadırda oturmuş bir hekimim. Şu etraftaki her bir köyde, Allah etmesin, birer ayrı hastalık var.
Ben o hastalıkları teşhis etmemişim, hem de tâcizimi istemeyen müdâhenecilerden, yalancılardan başka kimseyi görmemişim. Şu halde, şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya gönderdiğim reçetesiz; mîzansız bir ilâcı istimâl eden, acaba şifâ mı bulur veyahut ölür?
Evet, (1) مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا sırrına, şunun sâye-i muzlimânesinde mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilâç göndermek, hatta dâü’l-cû ile karın ağrısına müptelâ olan emsâlinize hazım ilâcı hükmünde olan iâne toplamak, yahut eşkiyâlık ve husumet derdiyle mültehap bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid eden Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhirihi, acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’l-mevte yardım etmek midir?
İşte mâhiyet-i istibdadın timsâli budur. Zira, sâbıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin hâlini anlamıyordu, yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisâne ve mütekeyyifâne ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsâit değildi. İşte hükûmetteki istibdada, herşeydeki istibdadı kıyas ediniz. Hatta, taklidi tevlid eden ilmin istibdadı dahi böyledir.
Ammâ, bizzarûre hükûmet-i İslâmiyenin hedef-i maksadı olan meşrutiyet-i meşrûanın timsâlini isterseniz, farzediniz ben bir hekimim. Şu çadır dahi eczahânedir; içindeyim. Umum köylerde veyahut evlerde çeşit çeşit hastalıkları teşhis etmiş, reçetesini yazmış bir müntehap adam, yanıma geliyor, reçetesini ibrâz ediyor ki; “Dâü’l-cehl ile baş ağrısı var” yazılıdır. Ben dahi, fen afyonunu iptidâ onların lisânlarının zarfında, sonra da lisân-ı resmiyeye ifrağ ederek veriyorum. Bir başkasının reçetesini gösteriyor ki; kalb hastalığı olan zaaf-ı diyânet var. Ben de, fünunu maarif-i İslâmiye ile mezc ederek bir mâcun yapıyorum, müderrislerin ellerine veriyorum, gönderiyorum.
Diğerinde dâü’l-husumet ile ihtilâl sıtması var. Ben de fikr-i milliyeti uyandırarak, ışıklandırarak, tiryâk-misâl adalet ve muhabbeti o nur ile mezc ettirerek, sulfato-misâl bir ilâç veriyorum. İşte böyle bir hekimdir ki, vatan hastahânesinde, bîçare etfâli helâktan halâs eder. Hâ, hükûmet-i meşrutanın timsâl-i nûrânîsi
(2) كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ sırrınca, her bir büyük adam, bu düsturu nazara almak gerektir. (Münâzarat, Sualler ve cevaplar)
Bediüzzaman Said Nursi
1) Ölmeden önce ölünüz.
2) “Hepiniz çobansınız ve hepiniz idâreniz altındakilerden mes’ulsünüz.” Müslim, İmâre: 20.
SÖZLÜK:
ammâ : ama, lâkin, ancak
bîçare : çaresiz, zavallı
bizzarûre : ister istemez, zorunlu olarak
dâü’l-cehl : cehalet hastalığı, cahillik illeti
dâü’l-cû : açlık illeti, hastalığı
emsâl : benzerler
fünûn : fenler; fen ilimleri
Hamidîlik : Sultan Abdülhamid’in, dönemin problemlerini çözmek için uyguladığı politikalar
hedef-i maksad : asıl gaye, kastedilen hedef
husumet : düşmanlık
hükûmet-i İslâmiye : İslâm hükûmeti; İslâmî kuralları esas alan yönetim
iâne : yardım
ibrâz : ortaya koyma, çıkarma, gösterme
icrâ etmek : uygulamaya koymak
ifrağ etme : bir kalıba dökme, şekil verme
ilâ âhirihi : böylece devam edip gider…; sonuna kadar…
:
iptidâ : başlangıçta, önce
istibdat : baskı, diktatörlük, despotluk
istimal : kullanma
kuvvet-i vehim : vehim kuvveti, kuruntu gücü
lisân-ı resmiye : resmi dil
lisânlarının zarfında : kendi dillerinde
maarif-i İslâmiye : İslâmi bilgi, İslâmî eğitim ve öğretim
mâcun : karışım, hamur
mâhiyet-i istibdat : baskı ve despotluğun mahiyeti
mahpus : hapsedilmiş
mazhar olma : erişme, kavuşma; ayna olma
melekü’l-mevt : ölüm meleği, Azrail (a.s.)
meşrutiyet-i meşrûa : dine uygun meşrutiyet
mezcetme : birbirine karıştırma, yoğurma
mizansız : ölçüsüz
müdâheneci : dalkavuk, yaltakçı
mültehap : iltihaplanmış, yaralı
müntehap : seçilmiş, seçkin
müptelâ : tutulmuş, düşmüş
müsâit : uygun
mütehevvisâne : hevesine düşkün olarak
mütekalkıl : kararsız, şüpheci, endişeli
mütekeyyifâne : keyfine düşkün olarak
sâbıkta : eskiden, geçmişte
sâye-i muzlimâne : karanlık yapan gölge; kötü koruma
taciz : rahatsız etme, tedirgin etme
tesmim : zehirleme
tevlid : doğurma
tezyid : artırma, çoğaltma
timsâl : görüntü, yansıma
umum : bütün
vücud : beden
zaaf-ı diyanet : din zayıflığı
zaaf-ı kalb : kalb zayıflığı
zira : çünkü