Üstad, günde bir iki cüz ezberleyerek, Kur'an'ı hıfza başlıyor. Hıfzta takip edilen süratli okumayı bir hürmetsizlik olarak görmesi, ayrıca Kur'an hakikatlerin hıfzının daha ziyade lüzumlu olduğunu keşfetmesi sebebiyle, bunu tamamlayamıyor. Bugünlerde Kur'an'la ilgili yerli yersiz tartışmalar, Kur'an hakikatlerin hıfzının gerçekten ihmal edilemeyecek bir zaruret olduğunu daha iyi gösteriyor.
Üstadın ömür boyu kimseye soru sormamak, dünya ile alâkalı hiçbir şeyle irtibat kurmamak ve her türlü sıkıntıya, çileye bazen akıl ve hürriyetine mal olsa bile kimseden para ve mukabelesiz hediye almamak gibi düsturları da var. Bunlara ve ehl-i ilme yöneltilen tenkitlere, haliyle onların elindeki hakikatlere de böylece ilgisizliğe bakınca, bunun ne kadar yerinde ve isabetli olduğunu daha iyi anlıyoruz.
Bu konuya girmeme muazzam bir savunma, medeniyet, ölçü ve hukuk manzumesi olan "Divan-ı Harbi Örfi" kitabında geçen, dönemin idarecilerine, onun eğitim projesini padişaha sunması sonrası; yine ona verilmek istenen maaş ve ihsanları kabul etmemesini izah için söylediği "Hata ettim, fakat o hatam medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim, o şefkatli sultana boyun eğmedim, şahsî menfaatimi terk ettim." cümleleri oldu.
Meşrutiyet ilân edilmiş ama İslam hukuku ve yetkilerinin bir kısmı alınsa da padişah idaresi devam ediyordu. Dönemin bazı idarecilerinin nâmeşru tavırları, diğer bazı sebepler, dindar insanları rahatsız etmiş; tarihte "31 Mart Hadisesi" diye anılan isyan vuku bulmuştu. Garip olan şu ki, idare İslamî olmasına rağmen, bazı idarecilerin tutumundan dolayı, insanlar "Şeriat isteriz" diye ayaklanmıştı.
Bir dahli olmamasına rağmen, Üstad kurulan sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmıştı. "Şeriatin bir hakikatine bin ruhum olsa da feda ederim." hitabı ile başlayan muazzam bir savunma sonrası da berat etmişti. Fakat bu berat, onların yüzüne "Yaşasın zalimler için cehennem!" hitabına engel olamamıştı. Daha sonra hem bu savunmasını hem de tımarhanede kendini muayeneye gelen doktorlara verdiği derslerini ve 'musiki nağmeleri' olarak gördüğü mahkeme, tımarhane ve hapishane sıkıntılarını "İki Mekteb-i Musibetin Sehadetnamesi veya Divan-ı Harbi Örfi" olarak neşretti.
Çocukluktan başlayan ve bir ömür devam eden üstadın bu maddî hayata olan "istiğnası", iktisat bereketiyle yaşaması bir ömür boyu devam etmiştir. Dar-ul Hikmet'ten aldığı maaşla bile kitap basarak yine millete dağıtmış; kalan cüz'i bir kısmıyla ise, belki ömrünün maişetini karşılamıştır. Barla'da ikram edilen bir yemekten sonraki rahatsızlığını bile "Söylediklerinizi niçin yapmıyorsunuz?" mealindeki ayetin bir itabı, yani istiğna düsturunu terkten gelen bir ceza olarak görmüştür.
Aynı "istiğna" mânevî bir hediye olan kemalat için de geçerli. "Hizmetkârlığı (hizmetkâr görünmeyi) makamata (makam sahibi bilinmeye) tercih ederim." düsturunu umumileştirdiği gibi, kendini kemal sahibi bilmeyi bir gurur âlâmeti görüyor ve gurur sahibi salih olamadığından, bunu hediye kabul etmemeye delil sayıyordu. Hatta kendisi çok gezdiğinden, kolaylık olsun diye talebelerinin ondan habersiz aldıkları otomobili, "Nurlardaki ihlas ve istiğnayı" muhafaza adına "mânevî, dehşetli bir zarar" göreceğini ifade ederek kabul etmiyor. Daha önemlisi, otomobilin hiç olmazsa parasının hizmette sarf edilmek üzere gönderilmesini de kabul etmeyerek, iade edişini gören dost memurlar bunu,"Bu zamanda en ziyade itimat edilir adamdır." diye muarızlara bir delil olarak anlatıyorlardı. Demek "itimat" ne kadar önemli. İstiğnanın bu itimat sağlamadaki yeri, daha da önemli.
Yine Emirdağ'da bir mektubunda "Hatta ben fakir ve muhtaç olduğum ve zâhid, sofu ve riyazetçi olmadığım" tespitinden sonra, "Bunlara rağmen, ihtiyacımı izhar edip hediyeleri kabul edemiyordum." notunu düşüyor. "Risale-i Nur'un mücahadesinde tam'a ve mal yüzünden mağlub olmamak, itiraz gelmemek için bir halet-i ruhiye ihsan edilmişti. Yoksa düşmanlarım bu cihetten büyük darbe indireceklerdi." sebebine bağlıyor. Demek istiğna, hem itirazları hem de gelebilecek darbeleri de durduracaktı. Üstad, mânevî bir hediye olan makam vermeyi reddettiği gibi, ihlas'ın muhafazası adına, kendisine "dostâne bakılmasından" da müteessir oluyordu. Yani şiddetli bir istiğna ve "nefsi cümleden süflî görme" hâlini yaşıyordu. Bu da kemalin ayrı bir örneğiydi.
Hatta bu hususu, hizmetinde bulunan talebeleri bir mektuplarında "Şimdi hürmet ve dostluk ciheti ile onunla görüşmek, musafaha etmek, elini öpmek kendine tokat vurmak gibi ruhen müteessir oluyor. Biz de zaruret olmadan ona bakamıyoruz." şekilde ilan etmişlerdi.
Van'da talebelerinin tayinatını mavzerlerini satarak yine istiğna içinde karşılayan üstad, hayatının devamında da bu hâli devam ettirmiş, Risalelerin basımı ile gelen emvali de kendisini Nur hizmetine vakfetmiş talebelerinin iaşesine verilmesini vasiyet etmiştir.
Mahkemelerdeki vesikalarla sabit olan bütün bu istiğnaların asıl altında, izzet-i İslamiye, şeref-i diniyeyi ve ilmiyeyi muhafaza endişesi yatmaktadır. Kendisi ise herkesin gözü önünde müşahede edilen fevkalade bir iktisat dairesindeki bereketle yaşamıştır.
İstiğna düsturunun en geniş ve özet olarak verildiği İkinci Mektup'ta "Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını saymak hoşuma gitmiyor." cümlesi var. "El insanu âbidül ihsan" (insan, ihsanın kuludur) düsturunu da göz önüne alırsak, üstadın tâ küçüklüğünden vefatına kadar halkın ya da hükümdarların maaş, makam, köşk, dayalı döşeli ev ve aylık gibi teklifleri niçin kabul etmediğini bütün bunların arkasında muazzam bir iman hizmetinin yattığını daha iyi anlarız.
Evet dostlar, hayatımızda hizmet ciddiyeti, hak dostluğu ve mutlak tevâzu ile maddî ve mânevî her şeyden istiğna düsturu olmalı ki hem gönülleri hem de en büyük mertebe olan rızayı kazanalım.
Selam ve dua ile.