"Bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir." 20. Söz'den.
Malumunuzdur. Kur'an'ın ilk nazil olan ayetleri Alak sûresinin başındadır. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Cebrail aleyhisselama "Ne okuyayım?" sorusu üzerine nazil olmuşlardır. Bu ilk beş ayetin beşincisi şöyle der: "İnsana bilmediğini O öğretti." Altıncı-yedinci ayet ise şöyledir: "İnsan kendisini müstağni sayarak azgınlık eder."
Başlarken belirtelim. Ayette geçen 'istiğna' kelimesine şu minvallerde anlamlar veriliyor. 1) Kendisi yeterli görme. 2) İhtiyaçtan uzak bulma. 3) Zenginlik... Hepsi de doğru anlamlar. Fakat, bundan fazlası olarak, tüm anlam katmanlarının özünde aynı kokuyu alıyorum ben: İnsan için 'dışakapalılık' bir maraz. Kendisini gerek 'bilme' gerekse 'e-bilebilme' durumu açısından 'ihtiyaçtan uzak' görünce azgınlaşıveriyor insanoğlu. Açlıklarını kabullendikçe de zenginleşiyor. Farklı renklere bulanıyor. Dışındaki dünya içi oluyor.
Meseleyi 'fıtrat' düzleminden 'siyaset' düzlemine taşıyalım: Demokrasiye (özünde ise Kur'anî bir tabir olan istişareye) taraftarlığımın en önde duran sebeplerinden birisi iktidarları 'seçmene muhtaç' hale getirmesidir. Bir iktidar, ne kadar güçlü olursa olsun, en nihayet seçim sandığından çıkacak sonuca göre muktedirliğini devam ettirebileceği için 'halkına müstağni kalmamak' zorundadır. Bu onun değiştirilemez açlığıdır. 'Oyunu arttırmak' veya 'aynıyla korumak' veya 'kayıbını az tutmak' bağlamında hükümetler halklarının rızasını gözetmeye meylederler. Sistem onları buna zorlar. Eğer seçim sistemi olmasa hükmedicilerin 'gücün sarhoşluğuna kapılarak' istiğna ile azgınlaşmalarından korkulur. En azından ben bundan korkarım. Bu korku doğru bir korkudur.
Tabii iktidarların meşruiyetlerini devşirdiği tek şey 'sandık' değildir. Sandığın olmadığı dönemlerde de, muktedirler, halkın teveccühünü çeşitli yollarla korumaya çalışırlar. Çoğunluğun teveccühünün korunmadığı iktidarlarda muktedirlerin iç karışıklıklarla uğraşmaları ise kaçınılmazdır. Çünkü iktidarlar 'halka rağmen' başta kalamazlar. 'Halk için ve halk ile' olurlarsa iktidarların ömrü uzar. Halklarının hayatlarıyla hayatlanır. Bu 'sandık üstü' diyebileceğimiz meşruiyet kaynaklarından en önemlisi ise 'adalet'tir.
Bir iktidarın adaleti halkının genel kabulü ise, o iktidar seçimle başa gelmese bile, hükmünü sürdürebilir. (Âdil padişahların dönemlerinde olduğu gibi.) Zira sessiz bir onaylayış vardır. Hatta biraz daha cür'etle diyebiliriz ki: Sandık dediğimiz şey de aslında bunun sağlamasından ibarettir.
Elbette hiçbir iktidar mutlak bir şekilde adaleti sağlayamaz. Her yeni adalet basamağı kendi düzleminde yeni itirazlar, şüpheler ve sorularla karşılaşır. Adaleti sağlamak için yapılan hamlelerin bile ortaya çıkardığı yeni durumlar ve bu durumlardan mutsuzlar/mağdurlar vardır. Sözgelimi: Sadece kamyonculardan alınan bir köprü vergisinin adalet kaygısıyla terkedilmesi sonucunda o köprüde kamyon trafiği artacağı için sair kullanıcılarda çeşitli 'adaletsizlik sızlanmaları' olur: "O vergiyi kaldırmayacaktı be kardeşim! Ne rahat kullanıyorduk bu yolu. Şimdi kamyondan geçilmez oldu."
İşte, tam da bu noktada, iktidarın meşruiyetini korumaktaki bir ikinci hamlesi/yolu halkı ile iletişimidir. Yani iktidar, adalet için yaptığı hamlelerin mevcuda alışık topluluklarda oluşturduğu rahatsızlığı gidermek için, halka bir iletişime girer. Bu iletişim iki yönlüdür. Hem kendisini anlatır. Hem onları dinler. Onları dinlediği ise serzenişlerinin iktidardan cevap alabilmesiyle ölçülür. Eğer bir iktidar, kendisini büyük bir medya gücüyle anlatıyor, ama halkı aynı büyüklükte bir şikayet masası gücüyle dinlemiyorsa, iletişimi istibdada dönüşür. Bu gerçek bir iletişim değildir. Bir tür dayatmadır. Bir endoktrinasyondur.
Böyle dengesiz bir zeminde 'diyalog' denilen şey aslında 'monolog'dur. Kendi kendisini över. Kendi kendisini meşrulaştırır. Kendi kendisini ikna eder. Kendi kendisini haklı bulur. Ancak bütün bu illüzyonların dağılacağı/yutulacağı Musa (a.s.) asâsı sandıktır. İş o kutudan çıkacak sonuca geldiğinde halk duyulmadığını muktedirlere hissettirir. Ses çıkarabildiği tek yerden güçlü bir ses çıkarır. Bunu öfkeyle yapmaz. Bunu güçlü bir akarsunun sessiz dönüşümüyle yapar. Öyle ki, kendi monoloğunun gücüyle körleşen iktidar dahi, sonuçlardan büyük bir şaşkınlığa düşer. Belki öfkeye asıl kapılan de o olur. Ancak öfkesi haksızdır. Haksız öfkesi onu halkından daha da uzaklaştırır.
Olağanüstü hal sürecinin geldiği noktada benim de hissettiklerim yukarıdakiler gibi. Olağanüstü hali 15 Temmuz'dan sonra gerekli buluyor muydum? Kesinlikle! Özellikle ilk yıl olağanüstü hal olmadan atlatılamazdı gibi geliyor bana. Tehdit bastırılmıştı ama yok olmamıştı. Hızlı hareket etmek şarttı. Yaşanan hakikaten olağanüstü birşeydi. Fakat gelinen noktada birşeyler ters gidiyor. Kulağındaki açıklıktan dolayı sevdiğimiz iktidarımızın kulakları duvarlaşıyor. Devlete sesimizi ulaştıramıyoruz. Babamız yabancıya dönüşüyor. En çok abim Murat Ay'ın tutukluluk sürecinde gördüm bunu.
Bunu "AK Parti'yi artık desteklemiyorum!" bağlamında yazmıyorum. Hayır. Ben hâlâ özelde Erdoğan'ı genelde AK Parti'yi destekliyor ve Türkiye'nin bahtı adına varlıklarını önemsiyorum. 16 yılda başardıklarını da Allah'ın inayetiyle eriştiği büyük muvaffakiyetler olarak görüyorum. (Cenab-ı Hak rahmetini devam buyursun.) Ama hem Erdoğan'ı hem AK Parti'yi 'kulağı bendeyken' daha çok seviyorum. Çünkü beni de (ister istemez parçası olduğum) süreçlere dahil etsin istiyorum. Benim için en doğruyu, en hikmetliyi, en güzeli ve en ideal olanı uzaklarımda (üstelik canımı yakacak şekillerde) belirlemesin istiyorum. Bu yabancılaşma hissi nasıl giderilir? Elbette iletişim kanallarıyla. Yabancılaşmayı giderecek şey ancak ve ancak iletişimdir. "Aranızda selamı yayınız!" buyuran Aleyhissalatuvesselamın bunu mü'minler arasındaki muhabbeti arttırıcı birşey olarak zikretmesi boşuna değildir.
Soğuk yüzlü savcıların, polislerin, yargılama süreçlerinin, hapishanelerin duvarlarıyla beni daha fazla muhatap ederek değil. Bana açık olarak. Beni dikkate alarak. Beni işiterek. Beni dinleyerek. Mağduriyetime değer verdiğini hissettirerek. Bunu buraya iyiliğini istediğim insanların ellerindeki fırsatları heba etmemesini dileyerek yazıyorum. İstiğna iktidarın düşmanıdır. Hem bireysel anlamda hem yönetimsel anlamda, insan, kendisini sınamaya ve sınanmaya açık tutmak zorundadır. Bu 'iletişim' ve 'özeleştiri' mekanizması işlerse ancak azgınlaşmaktan korunuruz. Cenab-ı Hakkın 'insana bilmediğini öğreten' olduğunu buyurmasının hemen ardından 'istiğnayı' bir tuzak olarak anması boşuna değil. Gücümüz merhametle karışsın ki kulaklarımız kapanmasın.
Unutmayalım ki, Hz. Süleyman'ı (a.s.) büyük bir hükümdar yapan sadece ordusu değil, kuşların dilini bile anlaması ve karıncanın dahi sesini işitmesiydi. Onun kudreti 'iletişim yeteneğiyle' birlikte anılmıştı. Kur'an bize her zamanki gibi büyük bir sırrı fısıldıyor. Ona kulak verelim. Fırsatı kaçırmayalım.