Şiir tarih demektir. Akif savaştaki bir millete azim direnç, düşünce ve sorumluluk vermek için şiir yazmıştır. Şiirde en önemli öğe dindir. istiklal ancak hakka tapanların hakkıdır. Bir millet Allah’tan başka mabudlar edinirse istiklalini de kaybeder. Bizi istiklal savaşına iten harici nedenler, siyasi sebeblerin yanında bir de milletteki bozulma ve dejenerasyon vardır.
Bediüzzaman savaşların nedenini namaza ve ezana koşmayan insanların savaşta koşmakla o borcu bir nebze ödediğini ifade eder. Bütün peygamberler tarihi insanlardaki ahlaki ve dini bozulmalardan dolayı facialar barındırır. Ama biz onları hikayeler olarak algılarız. Kur'an'dan hikayeler gibi cümleler, onlardan ders almak yok ki. Dinin en büyük ibadeti namaza çağrı var çünkü ezan dinin temelidir. Akif şiirin dili ile namaza, ezana dikkati çeker. Bir marş musikisi ile bu koca muazzam metin sair kısımları anlaşılmadan iki dörtlüğü okunur gider.
Bediüzzaman Mustafa Kemal’e “İslamda imandan sonra namazdır, namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur” der. Akif de yine aynı yolda ezanların dinin temeli dolayısıyla namazın dinin temeli olduğunu söyler. Peygamber-i Zişan (asm) da esselatü imadüddin der, yani namaz dinin direğidir. Akif, Bediüzzaman ve hepsinden öte Resulullah namaza dikkat ederler.
Bir şiir de Bülbül şiiridir, o da bir tarihtir. Akif önemli tarihi vakaları şiirlerle tarihe mal eder. Bursa işgal edilmiştir, Akif bu büyük tarihi şehrin işgaline bigane kalmaz. Onu yazdığında “bütün dünyaya küskündür” etraftan uğultular haykırışlar duyar.
Karamsar ve melankolik bir günde, milletin ağlayışını ve Bursa’nın işgalinin trajedisini bülbülün ağlayışlarına bağlar sonra Bülbül’ün ağlaması gerekmediğini asıl suçlunun kendisi olduğunu anlatır. “Matem senin hakkın değil matem benim hakkım sus ey bülbül” der. O vatanı, bir milletin haşmetli mazisini bülbüle hitap ederek anlatır.
Eşin var aşiyanın var baharın var ki beklerdin
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun bir semavi saltanat kurdun
Cihanın yurdu hep ciğnense çiğnenmez senin yurduni
Hayır matem senin hakkın değil matem benim hakkım sus ey bülbül
Hayalimden geçerken şimdi fikrim hercü merc oldu Selahittini Eyyübilerin Fatihlerin yurdu
Teselliden nasibim yok hazan ağlar baharımda
Bugün hanümansız bir serseriyim öz diyarımda
Ne hüsrandır ki yarkın ben vefasız kansız evladı
Serapa Garba çiğnetstim de haki ecdadı
Ezan sussun semalardan silinsin yadı Mevlanın
Çökük bir kubbe kalsın mabedinden Yıldırım Han’ın
Şenaatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın
Sürünsün şimdi milyonlarca mevasız kalan dindaş
Dolaşsın sonra islamın haremgahında namahrem eli
Benim hakkım sus ey bülbül senin hakkın değil matem
Akif kendini dolayısıyla milleti suçlar çünkü işgalin sebebi milletin suçudur, vatanını korumayamıştır, bu şimdi de bizim başımıza gelebilir, anlam geniştir.
Akif’in hayatı ve şiirleri düşünülen ve düşündürülen levhalardan oluşur, bir milletin romanıdır.
Akif yine bizim tarihimizde bir büyük dönüm noktası olan Çanakkale savaşlarını bir şiirinde resmetmiştir. Bu şiir savaşı hafızalarda yaşatmıştır. Sanat, edebiyat kısmen ebediyettir. Bizim sebebler tahtında Çanakkale'de başarılı olmamız imkansız. Ama Allah bin yıl islamın bayraktarlığını yapan bir milleti batının savletinden korumuştur.
Şiirin başında bize saldıran güçleri tasvir eder.
Çanakkale Şehitlerine
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! ”
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Akif Ersoy
Baştan itibaren otuzu aşkın mısralar savaşı ve batının insafsızlığını, bir milleti tarihten silmek için ne kadar zalimane teknik güçle koşup geldğini anlatır. Ama göğüsteki imanı alamayacak bir yoğunlaşmadır. Kat kat imana karşı yapılan bir sonuç vermez, çünkü o metin iman denen sığınağı yayan, tesis eden Allahtır.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer;
İnsana imanın kazandırdğı gücü beşerin teknik vasıtaları yenemez. Tarihte bunun örneği çoktur.
Bundan sonraki kısımlar Mehmetçeğin anlatımıdır. Ona övgüdür, o askerin kanı Tevhidi kurtarmıştır. O kadar büyüktürki gökten ecdad, geçmiş seferlerin kahramanları inip onun anlını öpseler layıktır. Çünkü Çanakkale son çaredir, eğer hainler, düşmanlar başarılı olsa bizim için iyi şeyler olmayacak.
Peygamberimiz (asm) Çanakkale'de savaşı manen destekler bunu veliler görmüşlerdir. Çünkü nesil Akif’in portresini çizdiği Asım’ın neslidir. Nesildir gerçek. Bedir savaşı ile Çanakkale fonksiyon ve rolleri itibariyle karşılaştırılabilir. Bedir de kaybedilse islamı anacak, Allah’ı anacak kimse kalmayacak. Cenabı Nebi secdeye kapanır ve bu şekilde yalvarır, söz alınca başını kaldırır. Cenab-ı Ebubekir buna şahittir.
Onu istiab edecek mezar yoktur, tarihe bile gömsen yetmez, onu alacak bir kabir yoktur. O tarihin akışını değiştirmiştir, hercümerc etmiştir. Batının bütün hainlikleri bu savaşla bitmiştir. Ona makber gerekmez, makberi yerine onu peygamber kucağını açmış beklemektedir. Batı Osmanlının, Türklerin önemini bildiği için onlara yüklenir. Başka millete böyle bir savaşla yüklenmemiştir. Nereye vuracağını bilir batı.
Askeri anlattığı ve övdüğü apokaliptik mısralar çok derinliklidir.
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Akif Ersoy
Şiir bir savaşı, düşmanın tahşidatını tasvirle geçer. Bir yönden savaş şiiridir. Akif’in muhayyilesinin ve tasarım gücünün harikalığını, yerindeliğini, canlılığını konusuyla nasıl istiğraka kapıldığını, bütünleştiğini kullandığı kelimelerin ve tasvirlerin yerindeliğini ve estetik derinliğini anlatır.
Akif bir eleştirmendir. Safahat bir milletin uyanması için eleştiriler yumağıdır. En büyük eleştirisi İslamın yanlış anlaşılması, mizaçlara göre şekillenmesidir. Bir diğeri tenbelliktir, kadının hırpalanmasıdır, evlilik kurumunun tenkididir.
Akif büyük bir adamdır ama onu birçok şey gibi miletimize anlatamamışızdır. Everest tepesine uzaklardan bakmaktır. Akif hazretleri haketmediği bir yanlızlığa itilmiş, Mısır’a gitmek zorunda kalmış, ölmek için gelmiş ve bir hazirede kim olduğu bilinmeden gidecekken “Bu Akif" sadasıyla millet uyanmış koca ve kahraman Akif omuzlar üstünde kabri pürnuruna götürülmüştür.
Akif’in Safahat isimli eseri bir roman ismidir, bir milletin son yüzyıldaki macerasının romanıdır. Safha, bölüm, epizot demektir, roman da epizotlardan oluşur. Bu kitabın bir romanı yazılmadı. Akif teoride göklerde ama uygumada nerededir o ayrı bir konu.
Safahat’ın bölümleri
Birinci Safahat daha çok manzum hikayelerden oluşan eleştirilerdir. İkinci Safahat Süleymaniye Kürsüsünde ismini taşır. Akif camiden konuşur, sadece namaz için gidilen o mekan bir milletin herşeyinin konuşulacağı ve haledileceği bir yerdir ama uygulama o değil. Üçüncü Safahat Hakkın Sesleri‘dir. Dördüncü Safahat Fatih Kürsüsünde adını taşır. İki büyük camiden millete hitap eder. Sosyolojik, dini ve toplumsal eleştiriler yumağıdır. Beşinci bölümün adı Hatıralardır. Altıncı bölüm Akif’in kahramanı Asım’ın adını taşır. Yedinci Gölgeler isimlidir. Eser 1911 ile 1933 arasında yazılmıştır.