Bir şehre zeyl…
Bakışıyoruz.
O dişlerini sıkıyor.
Ben gözlerimi.
İşte o an, nazire yapmaların en afilisi geliyor aklıma.
Ellerimi yırtık cebime atıp bu köhne şehrin iç cebine avuç içlerimi bırakmak istiyorum.
Avuç içlerimdeki çizgiler ne de benziyor bu şehrin yüzündeki çizgilere.
Sahi…
Ben bu şehrin yanaklarına en son ne zaman avuç içlerimle dokunmuştum ?
Biliyor musunuz ?
Bir su birikintisi…
Takvimlerden düşen bir yapraktır.
Çünkü ‘yıllar’ bu şehirde ıslak ıslak bir araya gelirler.
O yüzden kim kendisine eğilir bakarsa kendisini görür.
Bu şehrin en sevmediğim yanı, insanlarının yamalı sohbetler yaparken, çok bilmiş havalarına girip, ütülü gevezeliklerine müşteri aramalarıdır.
Ütülü ama buruşuk…
Galiba bu yüzden bütün şehirlerin soğuk bir tarafı olsa gerek.
Soğuk ama el yakıyor.
Bir dakika !
Aklıma geldi…
İyi ki aşk var.
Çünkü ben bu şehirde gördüm aşkın suya değen kirpik uçlarını.
Sırf bu yüzden, gözlerimi kırpmadan ufkuna dalışım.
Bu yüzden, aşk’ın “aşkın” sokak aralarından parmak uçlarıma basarak geçmem.
Bu şehir, sıcak; çünkü seviyorum.
Bu şehir, soğuk; çünkü yetmiyor.
Bu şehrin iç çekişi, içime ıslığını bırakan bir rüzgar sesidir.
Bu şehrin rüzgar sesi, iç çekişimin çerçevesiz resmidir.
Vakit geçtikçe ilerliyorum.
Durdukça vakit geçmiyor.
Ben bu şehrin saat kulesi miyim acaba ?
Bu şehir tezatlıklar kumkuması.
Gecesi beyaz.
Gündüzü siyah.
Geceleri ninni söyleyen karanlılara mum yakacak oluyorum, göz ‘bebek’lerim uyanıyor.
Bu şehir gecesini emziren bir anne.
Bu şehir annesini emziren bir çocuk.
Bu şehir, biraz ben.
Biraz hiç.
Sahi bu şehir var mı ?
Varsa, nerede ?
Ha var…
ha yok..