Kendi kendimize gelin güveyi mi oluyoruz yoksa hakikaten İslam âleminin böyle bir birliktelik/kardeşlik oluşturmaya kabiliyeti, imkanı ve ihtimali var mı?
Çünkü pratikte, Hz. Peygamber ve ilk iki halife dönemi hariç tutulursa hiçbir dönemde, İslam âleminde ve Müslümanlar arasında siyaseten bir birliktelik ve beraberlik oluşturulamamış.
Emevilerin (Muaviye’nin), hile ile İslam saltanatını gasp etmesi ve ‘liyakati’ esas alan hilafeti lağvedip, yerine babadan oğla geçen ‘istibdad yönetimi’ni (saltanatı) ikame etmesi, Müslümanların siyaseten ittifak etmelerine derin ve kalıcı bir darbe vurmuştur.
Sonradan inanç boyutunda ayrışmalara da neden olan Şia - Sünni çatışması, 1400 yıl boyunca Müslümanların, en azından iki ayrı telden çalmalarına yol açmış, Selçuklu ve Osmanlı’yı bir tarafa bırakırsak, Müslümanların büyük çaplı birliktelikler oluşturmalarına mani olmuştur. Sünni iktidarlara Şiî kesimler muhalefet etmiş, Şiî iktidarlara da Sünnî çoğunluk karşı çıkmış; hiçbir zaman homojen bir fikir birlikteliği olmamış.
Elbette çok kavimli dinlerde bu hep olagelmiştir. Hıristiyanlarda çok daha elim olayların ve savaşların yaşanmasına din birlikteliği engel olamamıştır. Her dönemde, teoride aynı kıbleye yönelen, ayni Allah’a iman eden, sayısız ‘aynı’ları bulunan milletler araksında problemler çıkmış, menfaat çatışmaları sonunda işi askeri çatışmalara vardırmıştır.
ginliği mevcuttur.
Peki, öyleyse İslam İttihadını nasıl başaracağız? 1400 yıldır başarılamamış bir işin bugün başarılabileceğinin kanıtı nedir? Gereği var mıdır ve varsa gerçekleştirilmesi imkânı var mıdır?
Şiasız bir İslam birlikteliği olmayacağına göre; ve 1400 yıldır birbirimizle didişip durduğumuza göre bugün kim nasıl ‘kardeş olduğumuza’ bizi ikna edecek? İslam dünyasının tabiatı böyle bir birlikteliğe imkân verir mi?
Benim buna cevabım kesinlikle ‘evet!’tir.
Neden aralarına kıyamete kadar kin ve nefret salınmış Ehl-i Kitap (Maide, 14), AB gibi muazzam bir birliktelik kurabiliyor da tabiatı ‘ittifak ve vifak olan’ Müslümanlar neden birlik oluşturamasın?
Bu çağ ve onun getirdiği yeni değerler, herkese olduğu gibi, bize de farklılıkların, ayrılık sebebi değil, zenginlik kaynağı olduğunu öğretmiş bulunuyor. Ecnebiler kendileri fen, sanat ve marifetle yükselirken, bizi cehaletimiz ve ayrılıklarımızla orta çağa mıhlayıp bıraktılar. Ve İslam dünyası böyle sefil, geri, çaresiz hale düştü. Bugünün İslam dünyasının manzarasını anlatmaya gerek yok. Üstelik son dönemlerde, iyi yönde bir yükseliş gözleniyor olmasına rağmen. Eğer ittifak ve ittihad etmezsek, önümüzdeki çağı da ıskalama ihtimalimiz var. O yüzden bugün Müslümanlar, İslam İttihadına, ekmek ve havadan ziyade muhtaç durumdalar. Eksik olmayan savaşlar, yıkımlar, çekişmeler ve Müslümanlar arasında yaşanan çekişmeler, İslam kardeşliğinin yeniden hatırlanmasını tacil etti. Zira İslam’ın düşmanları hiçbir şey yapmadan, sadece aramızdaki ihtilafları canlı tutarak, elimizdeki imkanları sömürmeye devam ediyorlar. İran’ı Sünni dünya ile; Arabistan ve Türkiye’yi İran ile korkutarak sömürüyorlar. İşin kötüsü bu korkular milli politikaları da etkiliyor. İran Türkiye’ye güvenmiyor, Türkiye İran’a! Daha bir ay kadar önce İran ve Türkiye, Suriye olayları yüzünden restleşme noktasına geldiler.
Evet, yaralarımız ortada, zaaflarımız çok ve acılarımız tazelenmeye açık. Öfkelerimiz saklı bile olsa yüreğimizin bir yerlerinde duruyor. Öyleyse nasıl bir ve beraber olacağız ve kim bizi bir araya getirecek?
* * *
Esasında hem Sünni dünyada, hem Şii âlemde bu birlikteliğin adımları atılmış durumda. Her iki kesim de diğeri olmadan içine sürüklendiği, İslam’a yakışmayan şu utançlı halden kurtulamayacağını biliyor.
Bu meselede, Sünni kesimden, ilk ciddi adım atan; geleceğe dair tüm umutlarını İslam İttihadına bağlamış olan Bediuzzaman’dır. Bediuzzaman hazretlerinin 1911’de Şam’da verdiği Hutbe’de neden İslam dünyasının ittihat etmesi gerektiğini gerekçeleri sayılıp dökülmüştür. Daha sonra kaleme aldığı Risalelerde (Emirdağ Lahikası) ise, Şia’ya ve Alevilere karşı, önceki Sünni âlimlerde görülmemiş bir yaklaşım sergiler.
Şii dünya, bu yaklaşımı karşılıksız bırakmadı. Humeyni’nin –o dahi hazret diye anılmaya müstahaktır-, yaptığı devrim, sadece siyasi bir devrim olmamış aynı zamanda imanî ve amelî bir ihya hareketi de olmuştur. Son demlerinde kendisine sorulan “Devrim tamamlandı mı?” sorusuna, ‘Bu gün doğanlar 20 yaşına geldiklerinde devrim tamamlanır’ demişti. O, bedenleri Şahın zulmünden kurtarırken Şii zihinleri de, Pehlevi /ırkçı tortulardan temizlemeyi tasarlamış olmalıdır.
Çünkü onun en büyük icraatlarından biri de ‘eğitim müfredatından’ Sünni aleyhtarlığını temizlemek olmuştur. Gerçekten de devrim hükümetleri, Humeyni’nin, nihai manada Müslümanların birlik ev beraberliğini hedefleyen amacını realize etmek için ortaokul ve lise müfredatlarından tüm Sünni karşıtı kavram ve söylemleri çıkarmışlardır
Böylece Şii dünya, Sünni kesimden çok önce birlik ve beraberlik adımı atmış oldu. Çünkü birlik beraberliğin önündeki en büyük engel, tarih ve tarihî problemlerden daha çok zihinlerimize yerleştirilmiş bariyerlerdir. Kendi payıma ben bile, zaman zaman Sünni söylemin etkisi altında kalarak, adaletten udûl ettiğimi, yazdıktan sonra fark ediyorum.
Daha önceki temas ettiğim gibi, Türkiye’nin, siyasi söylem ve yaklaşımlarını değiştirdiği gibi dini söylem ve yaklaşımlarını da değiştirmesi gerektiğine inanıyorum. Buna da Diyanet Teşkilatı’ndan başlanmalı! Çünkü milliyetçiliğin, en ciddi şekilde içine kök saldığı teşkilatlar, devletlerin resmi dinî teşkilatlarıdır. İslam ülkelerindeki dini yapılanma, Ortodoks bir yapılanmaya dönüşmüş ve hepsinde de milli karakter, dinî toleransın önüne geçmiş durumdadır. Bu bakımdan hiçbir ülkenin diğerinden farkı yoktur.
Bu açıdan, gerek Risalelerdeki Şii ve alevi yaklaşım, gerekse Humeyn’inin başlattığı ve Sünnilerle buluşma noktalarını çoğaltmaya çalıştığı yeni Şii anlayışlar, üzerinde çalışmayı hak ediyor.
Esas ittihat kalplerde olur çünkü. Hakiki iman ve İslam kardeşliği, kalplere, ancak ondaki ‘kavmiyetçi’ tortuların yok edilmesiyle yerleşebilir. Bir Müslüman, kendi kavmi için ne istiyorsa diğer kavmin de ona ihtiyacı olduğunu kabullendiğinde ittihat gerçekleşmiş olur. İran, Türkiye’nin büyümesinden rahatsızlık duydukça; biz, mollalar deyip İran’ı küçümsedikçe, Kürt kendini dışlanmış hissettikçe, beraberlik hakiki manada olmaz.
Oysa bize haber verilmiş ki İttihad-ı İslam olacak! Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (asv) “Bir gün de olsa Ehli Beyt’imden biri âleme hükümran olur” buyurmuş. Yine bir diğer hadiste “Ümmetim yağmur misalidir. Evveli mi ahiri mi hayırlıdır, bilinmez” buyurmuştur.
Bu ve benzeri hadis-i şeriflerden de anlaşıldığı üzere, Müslümanlar ihlas, muvaffakiyet, birlik ve kardeşlikte saadet asrına yakın bir ruh haleti içerisine girip İslam dinini terakki ettireceklerdir. Tüm dünyaya eskiden olduğu gibi adalet, merhamet, saadet ve barış getireceklerdir. Bediuzzaman’ın ‘cennetâsa bir gelecek’ (cennet gibi) dediği o dönem, elbette yerimizde durmakla gelmez. Ciddi fedakârlıklar, gayret ve çalışmalar gerektirir. Dolayısıyla hepimize görev düşmektedir.
Beraberlik, elbette, ‘o benim bulunduğum yere gelsin’ demekle de olmaz. Her birimiz diğerine karşı bir adım atmakla mükellefiz. Birlik, önce bireylerin, sonra aile ve aşiretlerin, sonra millet ve devletlerin kalben birleşmesi ile mümkündür. Bu noktadan bakıldığında bir müminin başkalarına sevgi ile bakması, kusurlarını görmemesi ve küsmemesi de İslam kardeşliğine bir katkıdır.
Kur'an “Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurat, 10) diyerek, İslam kardeşliğinin nesebi ve ailevi kardeşlikten daha kutsal olduğunu hatırlatır. Mevlana da ‘gönül birliği, dil birliğinden daha önemlidir” der.
Dolayısıyla Sayın Başbakanımız, kalpleri telife amacıyla çıktığı şu güzel turunu İran ile noktalamalı! Oraya gitmeden önce de Sünni müfredatlarda Şii anlayışını ve Alevi yaklaşımını kınayan söylem ve yazılımları düzelteceğini ilan etsin. Diyanete de ve Milli Eğitim’e de müfredatın derhal ‘ayrılıkçı, ötekileştirici’ söylemlerden ayıklanması talimat versin.
Gittiği her yerde laik bir anayasa yapılmasına vurgu yapan –ki bana göre doğru yapıyor- Başbakan, Türkiye’yi de buna hazırlamalıdır. Esas olan yönetimin, insanları, münafıklık yapmaya zorlamamasıdır. İnsanların inandıkları gibi yaşayabildikleri bir idare İslamî bir idaredir. (Bakara, 256). Adı ne olursa olsun. Bunu sağlamak bugün devletin laik olmasıyla mümkünse o olsun. Elbette gerçek bir İslam devletinde zulüm yoktur ve herkes kendi dininde serbesttir. Ama zaman içinde oluşan bir takım fıkhî görüşler, o alanı ciddi şekilde daraltmış olduğundan, şimdilik dini tolerans anlamındaki manasıyla laiklik elde tutulmalıdır.
Bunun için de önce toplumların özgür düşünceye alışması lazım. Bence İslam birlikteliğinin önündeki en büyük engel zihinlerimizdeki bariyerdir. Ondan sonraki en ciddi mani ise, milli karakterli devletlerin içinde oluşmuş devletten ziyade devletçi derin yapılanmalardır.
Nasıl ki bizim İslam dünyası ile birlik ve beraberliğimizi engelleyen bir yapı var idiyse bugüne kadar, aynı yapı İran’da da Suriye’de de Arabistan’da da mevcuttur. Her ülke kendi ‘Ergenekon’ örgütünü ayıklamadıkça, milli menfaatlerin sürtüştürülmesi yüzünden birbirimize yabancı kalmaya devam ederiz!
Ve yazık ki birbirimize yabancı geçirdiğimiz her gün, ödeyeceğimiz faturayı ağırlaştırıyor.