Bediüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur talebelerinin velâyet-i kübra makamında olduklarını söyler... Bu öyle abartı, medih makamında ya da vecd halinde söylenmiş şatahat kelamı değildir ve hakikatin tam da kendisidir.
Aslında velâyet-i kübra makamı, sadece Risâle-i Nur talebelerine has bir makam da değildir. Tasavvuf ehlinin velâyet-i ulya ve velâyet-i uzma olarak da adlandırdıkları bu mânevi makam, tam da bir bütün makamlardan istiğna halidir.
Tasavvuf yolundan hakikat yoluna geçişin, bütün perdelerden sıyrılıp doğrudan ubûdiyet tarikıyla makam-ı mahbubiyete (Allah’a sevgili olma makamına) uçmanın adıdır Ferdiyyet.
Bu yolu bizzat açan velâyet-i Ahmediyye (AS)’dır ki, Miracın mertebeleri kadar basamakları olan bir hakikat yoludur.
İnsanlığın medârı olan o Gavs-ı Azamlar ve o Kutb-ul Aktablardan bir kısmı, bütün mânevi makamlarından tecerrüd ederek bu makama uruc edebilmişlerdir.
Ferdiyet makamı olarak adlandırılan bu makam, “ubûdiyyet-kulluk” makamıdır. Bu makamda olan ferd, en büyük vazifesini “kulluk” olarak görür ve kemerbeste-yi ubudiyet ile şanlanır, şereflenir, secdelere kanatlanır.
Vahdet-i ilâhîyi ve ehadiyet-i Rabbâniyeyi kainatın tüm mertebelerinde tefekkür eden bir muvahhiddir Ferid.
İşte bu makam,”ittihad” makamının, iştirak-i âmâl düsturuyla, cemaatte olduğu gibi herbir şahısta temerküz etmesini işaret eder.
Çünkü bu makamın ehli için, kainatta herhangi bir ayrılık gayrılık yoktur. Kendisi dahi kainattaki diğer abidlerden bir abiddir sadece.
Kendi yüreğinde ve benliğinde tüm kâinatı eriten bu Tevhid eri, kendi “benlik” buzunu da Kur’an-ı Kerim’in tevhid bahrine katarak bal u şerbet eyler.
İşte her bir Risâle-i Nur talebesi Ferdiyet şahs-ı mânevisinin birer canlı organıdır ki, külli Ferid cemaatinin vücudunda akan “tevhid” nûru, elbette onun da kılcal damarlarında seyeran eder.
Bu sebepledir ki, hakiki Risâle-i Nur talebeleri, toplumu ayrıştırmaktan öte birleştirmeyi vazife-yi hayatları olarak benimsemişlerdir.
İsteseler de başka bir vazife ellerinden gelmez. Düşünceleri, gâyeleri, hayalleri hep “birlik” toprağı üzerine sümbüllenir, birlik meyveleri verir.
Bu makamdaki bir talebe herhangi bir makam davasında bulunamaz. Hatta tevhid ve ubûdiyyet hatrına mânevi makamlardan bile istifa eder.
Hırs, rekabet, siyâset, kin, nefret, tenkid gibi hastalıklar, onun yakınına bile yaklaşamaz. İhlas Risâlesi düsturlarıyla, şahsi hata kalelerinin surlarını devirme arayışındadır hâla.
Kendi kusurlarını temizleyip, pürüzsüz bir Tevhid aynası olma endişesi ile başka endişelerin farkına bile varamaz.
İnsanlığın inançsızlık ve günahlarla cehenneme doğru yürüyüşüne bir dur demek için yanar, yakılır, koşar, feryad eder.
Tek bir gâyesi kalmıştır dünya hayatında, o da ittihad-ı İslamdır. Aslında bu gâye dünyevi bir gâye değil, tevhidi ve Kur’âni bir gâyedir.
Varlığını Tevhid ve Vahdet sıfatlarının bölüntüsüz, mutlak aydınlığında erite erite, vahdetten başka bir şeyi terennüm edemez olurlar.
Seyyid Nesimi’nin “Gülden terazi tutarlar/ Gülü gül ile tartarlar/ Gül alır gül satarlar/ Çarşı pazarı güldür gül” deyişi gibi,
onlar da lisan-ı halleriyle tüm kâinata, tek bir nefes kesilip “birlik” solukları üflerler:
“Vahdetten terazi tutarlar/ Ehadiyeti vâhidiyet ile tartarlar/ Birlik alırlar ittihad satarlar/ Çarşı pazarı uhuvvettir, vahdettir.”
Bu tevhid erlerinin sadece Allah rızası için boyandıkları tevhid boyası, onları “ittihad”ın parlak bir bayraktarı yapar.
Küfürle, hakaretle, siyâsetle, fıskla, ihtirasla işleri olmayacağı gibi, bilmeden ya da söz dinlemeyen bazı duyguların bastırmasıyla “tevhidi” bütünlüklerini yaralayacak olsalar, sabahlara kadar tövbelerce, pişmanlıklarca tamir nöbetleri geçirirler...
Kendi öz “bütünlüklerini” tamir ettikleri anda, güzel görüp güzel düşünmeye, vahdet soluyup tevhidi yaşamaya yeniden, daha bir gayretle başlarlar.
Son nefeslerine kadar her dakika, yürekten yüreğe ettikleri andları ise, “hiç ender hiç varlığım, Vâhid-i Ehad’in birliğine feda olsun” demekten ibarettir.
İşte, kıyısından uzağından, yakınlarında olma şerefine erdiğim bu tevhid arslanlarının, ittihad-ı İslam bayrağını göndere çekebileceklerine, işte bu yüzden bu kadar eminim.
Ve sanırım, başta ülkemizdeki ve dünya üzerindeki Tevhid ehli Müslümanların, bu “ittihad” örnekliğine çokça ihtiyacı var.
Çünkü “Lâilâhe İllallah” zikrinin hakikati, bütün kâinatı tek bir vatan gibi görebilme bakış açısına ulaştırmalıdır bizi.
Bu koca vatanın beşeri düzlemdeki seyyidi ve efendisi de, “Muhammedun Resululullah” ifadesindeki gibi onun örnek sünnetini yansıtarak ilan edilmelidir âleme.
İttihad-ı İslam mefkuresine cephe almak, işe bu nedenle kelme-yi tevhidin hakikatini yok saymak anlamına da gelir.
İttihada cephe almak, kâinattaki icraatında zerre kadar iştiraki kabul etmeyen o Vâhid-i mutlaka, dünya düzeyinde “ortakları” uygun görme bahtsızlığının diğer adıdır.
Elbette işte bu, uçurumun kenarındaki sarsıntılı duruştur, bu aşamadan sonraki ufacık bir “riya” sarsıntısı bile uçurumun dibine bir seyahat olabilir.
Bu nedenle, tevhid davasına uzaktan yakından iştirak edenlerin ittihad-ı İslam’ı incitecek davranışları, sözleri ortaya koyması düşünülemez.
Mesela bir İttihad-ı İslam eri, dindar siyasilere sataşmayacağı, mesela Başbakandan bu davanın en aciz bir ferdine kadar kimseye asla küfretmeyeceği gibi, iman namına, Kur’an namına her ne yapılmışsa, bölüntüsüz, ayrımsız o hizmeti olanca sevinciyle takdir edecektir.
Mesela bir İttihad-ı İslam eri, şahsının hatırını İslam’ın ulvi hatırından çok aşağı görecek, bütün Müslümanların “birlik” davasından başka da bir fâni davası olmayacaktır.
Hele bir ittihad eri, kesinlikle Müslüman kardeşlerini tenkid etme gayyasına düşmeyecektir. Tenkid edecekse bile öncelikle kendisini, kendi tenkidçiliğini tenkid edecektir.
Evet, cemaati tek bir ferd haline getiren Ferdiyet makamının ulviyeti nisbetinde, bu makama ayna olmaya çalışan/amayan bir şahsın düşüşü de bir fecaattir. Bediüzzaman’ın 21. Lem’a İhlas Risâlesinde dediği gibi:
“Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin en yüksek kulesinin başından sukut eder. Gâyet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz.”
O halde bugün, terörle, fitneyle, Suriye’deki zalim zihniyetin zulümleriyle karşı karşıya kaldığımız bu dönemde, hiçbir zaman olmadığı kadar uhuvvet ve ittihadımızı pekiştirmek durumundayız.
Bugün, her bir hizmet erinin yapacağı en güzel hizmet, siyâsette, hükümette, cemaatte, kamuda ve herhangi bir makamda bulunan dindar kardeşlerini, hiçbir şekilde eleştirmemektir.
Siyâsete bizzat katılıp ehven-i şer olan dindar ve demokrat hükümete dahil olmaya elbette hizmetimiz müsaade etmez.
Elbette siyâsetin fiilen dışında kalarak, sadece iman ve Kur’an hizmetiyle meşgul olmak gibi bir zorunluluğumuz vardır.
Ancak en azından din düşmanlarının yaptıkları gibi, kirli üsluplarla, küfürle, hakaretle, hırsla ihlassızca, bizlerin hizmet alanlarını genişleten dindar bir hükümeti, olanca vefasızlığımızla zor duruma düşürecek davranışlardan uzak durmalıyız.
Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevi-yi feridi bütün Türkiye’yi ilmek ilmek, hücre hücre dokuduğundan, ihlası, ittihadı bozacağımız her hareket, bu Ferdiyet vücudunun kanserli birer hücresi olmamıza, gayretullah sınırında acılarla çırpınmamıza sebebiyet verecektir.
Adalet ve vahdet-i ilâhî ise, vahdetine koca bir vatan boyunca ayine olan bu hizmetin içindeki kanserli hücrelere hiçbir müsamaha göstermeyecek, onları Ferdiyet vücudundan temizleyerek “Mutlak Birliğini” tertemiz aynalarda ittihad-ı İslam olarak yansıtacaktır. İnşaallah... (OD)