“Vazifeniz şerh ve izâhla ve tekmîl ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile devâm edecek…”
Bu husûsta en çok zikredilen ve mânâsı üzerinde ihtilâf edilen, Kastamonu Lâhikası’ndaki mektûbdur. Her zaman dediğimiz üzere, bir mes’eleyi anlayabilmek için bütüne bakmak lâzım geldiğini aksi takdirde bütünü görmeden bir cüz’üne bakarak anlam vermenin bizi çoğu zaman yanlışa sevk edebileceğini unutmayalım. Buna rağmen, mânâlandırmada farklı telakkîler olabilir ve bu da tabii’dir, normaldir. Burada önemli olan; farklı telakkî sâhiplerinin kendi nedenlerini ve delîllerini ortaya koymaları ve takdîm etmeleridir. Bunun üzerinden herkes kendi kalbine, fikrine ve ilmine yakîn olanı kabûl edecektir. Yoksa, herkesi bir telakkîde, bir anlayışta toplamanın mümkün olmadığı sâbit bir hakîkat olduğuna göre, tek hak benim mesleğimdir yâhut tek hak benim telakkîmdir demeye kimsenin hakkı olmadığını Risâle-i Nûr bize ders vermiş. Yeter ki, öne sürülen iddiâlar bir delîle isnâd etsin ve ilmen müzâkereye de açık olsun.. Buna rağmen fikrî ayrılık devâm ediyorsa, elbette zorla ve cebren ortak bir anlayış ve telakkî dayatılacak değildir. Bu mes’eleyi daha sonra tekrar ele alacağız..
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ رَسَائِلِ الَّتِى كَتَبْتُمْ وَتَكْتُبُونَ
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
Onuncu Şuâ nâmında, yazdığınız Fihriste'nin İkinci Kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümid verdi ki: Risâle-i Nûr benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir bîçâreye bedel, genç, kuvvetli çok Said'leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risâle-i Nûr'un tekmîl ve izâhı ve hâşiyelerle beyânı ve isbâtı size tevdi' edilmiş tahmin ediyorum. Bir emâresi de şudur ki: Bu sene çok defa ihtâr edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettim ise de çalıştırılamadım.
Evet Risâlet-ün Nûr, size mükemmel bir me'haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imâniyenin herbirisine, meselâ Kur'ân'ın Kelâmullah olduğuna ve i'cazî nüktelerine dâir müteferrik risâlelerdeki parçalar toplansa veya haşre dâir ayrı ayrı bürhânlar cem'edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izâh ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.
Zannederim ki, hakâik-i âliye-i imâniyeyi tamamıyla Risâle-i Nûr ihâta etmiş, başka yerlerde aramaya lüzûm yok. Yalnız bâzan izâh ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazifeniz şerh ve izâhla ve tekmîl ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile, belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektûbları te'lîf ile ve Dokuzuncu Şuâ'ın Dokuz Makâmını tekmîl ile ve Risâle-i Nûr'u tanzîm ve tertib ve tefsir ve tashih ile devâm edecek. Risâle-i Nûr'un samimî, hâlis şâkirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesânüdünden süzülen ve tezâhür eden bir şahs-ı mânevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.” (Kastamonu Lâhikası, Barla Lâhikası)
Mektûbun ne için yazıldığını giriş kısmındaki ‘ilk satırdan’ anlayabiliyoruz ve hâliyle mütebâkisinin de bu satırlar üzerine yazıldığına ve inşâ edildiğine dikkat edelim.
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
Onuncu Şuâ nâmında, yazdığınız Fihriste'nin İkinci Kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümid verdi ki: Risâle-i Nûr benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir bîçâreye bedel, genç, kuvvetli çok Said'leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risâle-i Nûr'un tekmîl ve izâhı ve hâşiyelerle beyânı ve isbâtı size tevdi' edilmiş tahmin ediyorum.
Hazret-i Üstâd’ımıza kuvvetli ümîd veren hâdise; talebelerinin yazdığı Onuncu Şuâ nâmındaki Fihriste’nin İkinci Kısmı’dır. Fihriste’nin Birinci Kısmı; Bedîüzzaman Hazretleri tarafından te’lîf edilmiştir. İkinci kısım ise; talebeleri tarafından yazılmıştır. Kastamonu Lâhikâsındaki mektûbun yazılmasına sebep olan Fihriste’nin İkinci Kısmı hakkındaki bahisleri kaydedelim:
“Risâle-i Nûr’un umûm fihristesi iki risâlede cem’ olunmuştur. Bunlardan birincisi Onbeşinci Lem’â-dır ki; Risâle-i Nûr’un Sözler’i, Mektûbât’ı ve Onbeşinci Lem’â-ya kadar olan risâlelerinin fihristeleri olup bu lem’â-da toplanmıştır. Onbeşinci Lem’â-dan itibâren Lem’â-lar ve Şuâ’ların fihristeleri ise bu Onuncu Şuâ’dadır.”
“(Bu) İkinci kısım Fihriste ise, yine Onuncu Şuâ nâmıyla Risâle-i Nûr’un Isparta havâlisindeki hâs şâkirdleri tarafından kaleme alınmış ve her bir Nûr Şâkirdi kendi âyinelerinin kâbiliyet ve renklerine göre o risâlelerden tecellî eden envârını satırlara aks ettirmeğe çalışmışlardır. Risâle-i Nûr’un şahs-ı manevîsinin birer ferdi bulunan bu kahraman, fedâkâr, mümtâz nûr şâkirdleri bu fihriste ile nesl-i âti için en kıymetdâr eserlerden birisini bırakmışlardır.” (Risâle-i Nûr Külliyatından, Fihriste Risâlesi, Osmanlıca)
Isparta havâlisinde bulunan hâs şâkirdlerin kaleme aldığı bu Fihriste hakkında deniyor ki; her bir Nûr Şâkirdi, kendi âyinelerinin kâbiliyet ve renklerine göre o risâlelerden teccellî eden envârını satırlara aks ettirmeğe çalışmışlar. Ve müteferrik parçaları bir araya getirmek ile olmadığı bu ifâde ile açıkça anlaşılıyor..
İşte bu Fihristenin te’lîfi sonrası Bedîüzzaman Hazretleri, “bana şöyle kuvvetli bir ümid verdi ki: Risâle-i Nûr, benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir bîçâreye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak” diyerek ve bu Fihriste’nin yazılması üzerine de, “Onun için bundan sonra Risâle-i Nûr'un tekmîl ve izâhı ve hâşiyelerle beyânı ve isbâtı size tevdi' edilmiş tahmin ediyorum” demiş ve yalnızca hulâsa değil, tekmîl (buna da sonra değinelim) ve izâh ve hâşiyelerle beyân ve isbâtının da hâs şâkirdlerine tevdî edildiğini ifâde etmiştir.
Ayrıca dikkat ediniz ki; yalnızca fihriste tarzında hulâsâ bir özet çıkarmak kastedilmiş olsa idi, ‘tekmîl’, ‘izâh’, ‘hâşiyelerle beyân’, ‘isbât’ ve hatta devâmında ‘şerh’, ‘tafsîl’, ‘neşr’, ‘talîm’, ‘te’lîf’, ‘tertîb’, ‘tefsîr’, ‘tashih’ dememek lâzım gelirdi.
Burada şöyle bir telakkî var;
“Evet Risâlet-ün Nûr, size mükemmel bir me'haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imâniyenin herbirisine, meselâ Kur'ân'ın Kelâmullah olduğuna ve i'cazî nüktelerine dâir müteferrik risâlelerdeki parçalar toplansa veya haşre dâir ayrı ayrı bürhânlar cem'edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izâh ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.”
Bu paragrafta, yapılacak çalışmanın nasıl olacağının ta’rîf edildiğini ve bunun da ancak müteferrik parçaların toplanmasıyla olacağını düşünenler var. (Bizim açımızdan hiçbir sorun yok, bu doğaldır..) Ancak bu mektûb, evvelâ ilk paragrafta zikredilen Fihriste’nin İkinci Kısmı üzerine yazıldığından, bize bu mes’elede örnek ve numûne Hâs Şâkirdlerin kaleme aldığı bu Fihriste çalışmasıdır. Ve orada Hâs Şâkirdler, müteferrik parçaları bir araya toplamamışlar, hulâsâ nev’inde izâhlarda bulunmuşlardır. Hazret-i Üstâd’ımız da bu çalışmayı misâl ve örnek göstererek:
“Evet Risâlet-ün Nûr, size mükemmel bir me'haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imâniyenin herbirisine, meselâ Kur'ân'ın Kelâmullah olduğuna ve i'cazî nüktelerine dâir müteferrik risâlelerdeki parçalar toplansa veya haşre dâir ayrı ayrı bürhânlar cem'edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izâh ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir” diyor yâni, nasıl risâlelere hulâsa yazdınız aynen bunun gibi sâir çalışmalar da yapabilirsiniz, meselâ; farklı konularda çalışmalar yapabilir ve o konulara dâir müteferrik parçaları bir araya getirebilir ve ‘nasıl Fihriste’de ta’rîf yaptınız’, aynı şekilde risâlelerden aldığınız feyizler ile ve ayinenizde tecelli eden envârını aksettirmek ile güzel bir ta’rîf ve şerh, izâh, tafsîl, tefsîr, te’lîf ve tertîb ile neşr yapabilirsiniz, bu hususta Risâle-i Nûr’un eczâları size birer me’haz olabilir, istifâdenizi aksettirebilirsiniz diye anlıyoruz.
Tekrardan beyân edelim ki; Hizmet Rehberi gibi, Gençlik Rehberi gibi çeşitli başlıklar altında müteferrik bahislerin cem’ edilmesiyle ortaya çıkan bu çalışmaların da bir bütünlük içinde izâh ve şerh husûsunda Nûr Talebelerine önemli ve ehemmiyetli birer me’hâz olduklarını elbette kabul ediyoruz. Fakat burada takdîm ettiğimiz delîller ve mütalaalar ile ekser ağabeylerin tatbîkatları ve ilk makâlemizdeki temâslarımız da dâhil, kasteddiğimiz mânânın daha görünür olduğunu ve ayrıca Dîn-i Mübîn-i İslâm ve ulûm-u İslâmiye adına da olması gerekeni gösterdiğini düşünüyoruz.
▶ Biraz daha tahlîle devâm edelim:
Bu bahsin içinde geçen “benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir bîçâreye bedel, genç, kuvvetli çok Said'leri içinizde bulmuş ve bulacak” hakkında bir mütalaayı makâlemizin dördüncü bölümündeki “Suâllere Muhtasar Cevâblar” kısmında tahlîl ettiğimizden buraya kaydedilmedi.
Devâm edelim; (yalnızca) müteferrik parçaları bir araya getirmek ile bir çalışma yapabileceğini kabûl edenlerin te’lîf kelimesinin şu mânâsını aldıklarını görüyoruz.
Te’lîf: Eser yazma; Kâmûs-ı Türkî, Şemseddin Sami ‘de: Cem’ ve tertîb ve tedvîn (bir araya toplayarak tertipleme; aynı mevzûya âit bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme) ve tahrîr (yazma) etme : Bir sarf, bir lugat kitabı te’lîf etti; Cem’ ve tertîb olunmuş kitab, eser : Kâmus, Fîrûzâbâdî’nin te’lîfidir; ‘Te’lîf’ ile ‘Tahrîr’ arasında fark şudur ki: Te’lîf; karîhadan (zihninde îcat etmek sûretiyle; kendiliğinden hâsıl olan fikir, kasd, niyet) yazılmayıp cem’ ve telfîk (birleştirme) ve tertîb olunan; Ve Tahrîr ise; karîhadan yazılan kitap hakkında müstâmeldir, Meselâ; bir sarf veya lugat kitabı hakkında te’lîf, ve sırf mütâlaatı hâvi bir kitap hakkında tahrîr denmek iktizâ eder.
Ancak Risâle-i Nûr içinde kullanılan diğer mânâsına dikkat edersek, “Risâle-i Nûr’un Birinci Kısım Fihriste’sini Üstâd’ımız Risâle-i Nûr eczâlarının mevzûlarına ve kısmen gâyelerine işâret ederek te’lîf etmişler.” (Risâle-i Nûr Külliyatından, Fihriste Risâlesi, Osmanlıca) ifâdesiyle yapılan çalışmanın ‘müteferrik parçaların cem’ edilmesi şeklinde olmadığı’ ve karihadan yazılan bir eser yazma mânâsında olduğu beyân edilmiştir. Ve aynı şekilde Fihriste’nin İkinci Kısmı’da bir te’lîftir. Ve bu mânâsı da Risâle-i Nûr’da ziyâdesiyle kullanılmıştır, mesela;
“Risâle-i Nûr yalnız bu vatan ve millet için değil, âlem-i İslâm ve bütün beşeriyetin ihtiyâcına cevâb verecek bir külliyat olarak te'lîf edilmiştir.” (Asâ-yı Mûsâ)
“Hem Risale-i Nur ihtiyaç zamanında te'lif edildiğinden;” (Sözler)
“Halbuki şimdi altmışdörtte (Miladî 1948) te'lifçe Risale-i Nur'un tamam olması” (Asâ-yı Mûsâ)
“Te'lifinde fevkalâde sühulet ve sür'attir. Hattâ beş parça olan Ondokuzuncu Mektub iki-üç günde ve her günde üç-dört saat zarfında -mecmuu oniki saat eder- kitabsız, dağda, bağda te'lif edildi. Otuzuncu Söz hastalıklı bir zamanda, beş-altı saatte te'lif edildi. Yirmisekizinci Söz olan Cennet bahsi bir veya iki saatte, Süleyman'ın dere bahçesinde te'lif edildi. Ben ve Tevfik ile Süleyman, bu sür'ate hayrette kaldık. Ve hâkeza... Te'lifinde bu keramet-i Kur'aniye olduğu gibi...” (Mektûbât)
Bu tanımların hepsinde, müteferrik parçaların bir araya getirilmesi ile bir cem’ etme, birleştirme olmadığı çok açıktır ve ilgili risâleler de meydandadır. Demek te’lîfin bu mânâsını nazar-ı dikkate alacağız..
▶ Bir başka tahlîl daha yapalım:
“… tâ kıyamete kadar Risâle-i Nûr bâki kalacak ve dâima tekemmül edecektir.” (Tarihçe-i Hayat)
Kıyâmete kadar dâima ‘tekemmül’ edecek olandan kasıt Risâle-i Nûr olduğuna ve müellifi de kıyâmete kadar yaşayamayacağına göre, daha nasıl tekemmül edecek?
‘Tekemmül’ kelimesinin mânâsını hatırlayalım: Olgunlaşmak, kemâle ermek; Mükemmelleşme, mükemmel duruma gelme; Tamamlanma; Kâmûs-ı Türkî, Şemseddin Sami ‘de: Kemâle erme, kemâl bulma, mükemmel olma; … diye tanımlanmıştır.
İki görüşü de tekrardan hatırlayalım. BİRİNCİSİ: Şerh ve izâhın ancak Risâle-i Nûr içindeki aynı veya birbirine bakan, tamamlayan müteferrik bahislerin cem’ edilerek, birleştirilmesiyle yapılacak diyenler (külliyat düzeni içinde değil, ayrı kitapçıklar şeklinde). Ve buna delîl olarak da, “bundan sonra Risâle-i Nûr'un tekmîl ve izâhı ve hâşiyelerle beyânı ve isbatı size tevdi' edilmiş tahmin ediyorum (…) Evet Risâlet-ün Nûr, size mükemmel bir me'haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imâniyenin herbirisine, meselâ Kur'ân'ın Kelâmullah olduğuna ve i'cazî nüktelerine dâir müteferrik risâlelerdeki parçalar toplansa veya haşre dâir ayrı ayrı bürhânlar cem'edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izâh ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir” ifâdesiyle Hazret-i Üstâd’ın nasıl şerh ve izâh edileceğini ta’rîf ettiğini savunuyorlar demiştik. İKİNCİSİ: “hakâik-i âliye-i îmâniyeyi tamamıyla Risâle-i Nûr ihâta etmiş, başka yerlerde aramaya lüzûm yok. Yalnız bâzan izâh ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazifeniz şerh ve izâhla ve tekmîl ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile, belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektûbları te'lîf ile ve Dokuzuncu Şuâ'ın Dokuz Makâmını tekmîl ile ve Risâle-i Nûr'u tanzîm ve tertib ve tefsir ve tashih ile devâm edecek. Risâle-i Nûr'un samimî, hâlis şâkirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesânüdünden süzülen ve tezâhür eden bir şahs-ı mânevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir” ifâdesini delîl göstererek herkesin nûrlardan aldığı istifadesiyle ve ayînelerinin kâbiliyet ve renklerine göre tecelli eden envârı ile şerh ve izâh yapılabileceğini savunanlar..
Öncelikle; risâlelerin tasnifi ve tertîbi tamâmen Bedîüzzaman Hazretlerinin kendi tercihi midir?
Hayır, tamâmen kendi tercihi ve tasnîfi değildir, mânevî ihtâr ve ilhâm cenahından da zuhur ettiğini biliyoruz..
Eğer tamâmen kendisine âit bir tertîb olsa idi, müteferrik parçaları sizler bir araya getirip (meselâ arka arkaya gelecek şekilde), külliyata son şeklini veriniz derdi ve nihâi kemâline getirilmesi için vazîfelendirirdi ancak yukarıda bunu demiyor ve bunu da kastedmiyor. “Ma’lûmdur ki; Risâle-i Nûr başta otuzüç aded Sözler'dir ve Sözler nâmıyla yâd edilir. Fakat Otuzüçüncü Söz müstakil değil, belki otuzüç aded Mektûbât'tan ibârettir ve Mektûbât nâmıyla zikredilir. Sonra Otuzbirinci Mektûb dahi müstakil değil, belki otuzbir aded Lem'âlardan mürekkebdir ve Lem'âlar adı ile müştehirdir. Sonra Otuzbirinci Lem'â dahi müstakil olmamış, o da inşâallah otuzbir aded Şuâlardan mürekkeb olacak.” (Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî; Şuâlar)
Ve Yirmiyedinci Mektûb’dan Lâhikâları, otuzüçüncü Lem’adan Mesnevî-i Nûriye ‘yi de eklediğimizde, bu tasnîf ve tertîbin de tılsımlı, iksirli ve sırrlı olduğuna tam kanaatimiz var. Tevâfukât-ı Risâle-i Nûr da zâten bunun bir isbâtıdır.
O vakit, bütün bütün Bedîüzzaman Hazretlerinin tasarrufuna bırakılmadığına inandığımız ve müşâhâde de ettiğimiz bu tasnîf ve tertîbler, ilhâm cenâhından gelirken nâkıs ve tekemmüle muhtaç bir vaziyette mi gelmişler ki ‘tekemmül’ü bu mânâda anlayalım. Ve müteferrik parçaları bir araya getirmek ile tamamlamış ve bitirmiş olalım. Halbuki, külliyatın üzerinde en küçük bir tasarrufa ve yer değiştirmeye hiç kimsenin ve hiçbirimizin kat’iyyen müsaadesi yoktur ve kabûl de edilemez. İşte bu da gösteriyor ki; RİSÂLELERİN TASNÎFİ VE TERTÎBİ DE KUDSÎDİR!
O nedenle, “… tâ kıyamete kadar Risâle-i Nûr bâki kalacak ve dâima tekemmül edecektir” ‘in ikinci görüşün ifâdesiyle anlaşılması daha istikâmetlidir. Aksi olması için, külliyatın hâricindeki kitapçıkların, külliyatın eksiğini kapatır tarzda vazîfeleri olduğunu (hem mânâ, hem tertîb olarak) düşünmek lâzım gelir. Halbuki, dâima tekemmül etmesi; mânâlarını sürekli tefekkür etmek ile, yeni teknolojik imkânların açtığı ufuklar ile ve yeni yeni kazanımlar ve artan ma’lûmatlar ile ve kâinatın sırlarının daha da gözlere ve duyulara görünür kılınması ile kısacası her cihetten maddî/manevî terakkî etmek ile risâlelerdeki bahislerin mânâları daha da inkişâf edecek, bu açılımların izâh ve şerhlerine ise Risâle-i Nûr hârika bir mehaz olacak, kaynaklık edecek demektir. Aynen, Kur’ân-ı Azîmmüşşân’ın bir âyetine, binler tefsîr yazılması gibi..! Risâleler de Kur’ân’dan terehhuş ettiğini her göze gösterecek ve her kulağa işittirecek tarzda umûm lisanlarda kâinata ilân edilecek demektir. Bu nedenle;
“Ve inşâallah vazifeniz şerh ve izâhla ve tekmîl ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile, belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektûbları te'lîf ile ve Dokuzuncu Şuâ'ın Dokuz Makâmını tekmîl ile ve Risâle-i Nûr'u tanzîm ve tertib ve tefsir ve tashih ile devâm edecek” denildiğini düşünüyoruz ve böyle anlıyoruz..
■ “Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektûbları te'lîf ile” ifâdesi bir cem’ etme, birleştirme olmadığı..
■ “Dokuzuncu Şuâ'ın Dokuz Makâmını tekmîl ile” ifâdesi de bir cem’ etmeyi kastedmediği anlaşılıyor..
■ “Risâle-i Nûr'u tanzîm ve tertib ve tefsir ve tashih ile (sizin vazîfeniz) devâm edecek” ifâdesindeki tefsîr kelimesine de ayrıca dikkat edelim:
Tefsîr: Mânâyı izhâr etmek, gizli olanı âşikâr etmek; Anladığını anlatmak; Yorum, açıklama; Örtülü, kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek; Kâmûs-ı Türkî, Şemseddin Sami ‘de: Şerh ve beyân, izâh ve tafsîl : Bir sözü tefsîr etmek; Kur’ân-ı Kerîm’in ibâresini, mânâsını şerh ve izâhla icâb eden tafsîlat mütâlaatı beyân etme ve buna dâir kitab yazma : Kur’ân-ı Kerîm’i tefsîr etmeye muktedir; Ayete’l-Kürsî’yi tefsîr etmiştir.
Bakınız, “Belki inşâallah Risâle-i Nûr'un bir şâkirdi, Sûre-i Rahman'ı tefsîr edip bu mes'eleyi de halleder.” (Şuâlar), mânâsı da gâyet açık değil mi? Aksini iddiâ etmek için, yalnızca risâlelerdeki bahisleri bir araya getirmek ve toplamak ile Sûre-i Rahman’ın tefsîrinin yazılması lâzım geldiğini iddiâ etmemiz lâzım gelir.
Risâle-i Nûr’dan bu ifâdelere de bakalım;
“Nûr fabrikası sâhibi Hâfız Ali'nin haşr-i cismânî hakkındaki hatırına gelen mes'ele ehemmiyetlidir ve mektûbun âhirindeki temsili gâyet güzel ve mânidardır. O hâtıra ile Dokuzuncu Şuâ'ın Mukaddeme-i Haşriye'den sonraki dokuz bürhân-ı haşriyeyi istiyor diye anladım. Fakat maatteessüf bir-iki senedir te'lif vazifesi tevakkuf etmiş. Resâil-in Nûr'un mesâili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünûhat, zuhûrat, ihtârat ile oluyor. Bu dokuz berahine şimdi ihtiyac-ı hakikî kalmamış ki, te'life sevkolunmuyoruz.” (Kastamonu Lâhikası) Ve te’lîf ile ne anlamamız gerektiğine bakar pek ehemmiyetli bir beyândır. Ayrıca;
“İnşâallah bir zaman, Risâle-i Nûr'un şâkirdlerinden birisi veya birkaç tânesi, o dokuz makâmı ve berahini te'lîf edecek ve Mukaddeme-i Haşriye'nin başındaki âyât-ı a'zamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risâle-i Nûr'da münteşir haşr-i cismânî berahiniyle ve kalblerine gelen sünûhat ve ilhâmat ile açıp; Dokuzuncu Şuâ'ı, Onuncu Söz'den daha parlak, daha kuvvetli bir tarzda tekmîl edecek.” (Kastamonu Lâhikası)
Hem te’lîf, hem de tekmîl kelimelerinden ne anlamamız gerektiğini risâleler içinden de tesbît ettikten sonra, mezkûr Kastamonu Lâhikâsındaki mektub tekrar okunsa, kasteddiğimiz mânânın ekser gözlere görüneceği kanaatindeyim.
Ve bir başka bahis,
“İhtâr Edilen İkinci Nokta: Mâdem Arabîce altmışdörde girdik, işâret-i gaybiye gelmesiyle Risâle-i Nûr tekemmül etmiş olur. Eğer Rumî tarihi olsa, daha iki senemiz var. Halbuki çok mühim yerde yazılmayan ve te'hir edilen risâleler kalmış. Meselâ: Otuzuncu Mektub ve Otuzikinci Mektub ve Otuzikinci Lem'âlar gibi ehemmiyetli mertebeler boş kalmış. Kalbime ihtâr edilmiş ki: Eski Said'in en mühim eseri ve Risâle-i Nûr'un fâtihası, Arabî ve matbu' olan İşârât-ül İ'caz Tefsîri, Otuzuncu Mektûb olacak ve olmuş. Eski Said'in en son te'lîfi ve yirmi gün ramazanda te'lîf edilen, kendi kendine manzûm gelen Lemaat Risâlesi, Otuzikinci Lem'â olması ve Yeni Said'in en evvel hakikattan şuhûd derecesinde kalbine zâhir olan ve Arabî ibâresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şu'le ve onların zeyillerinden ibâret büyükçe bir mecmua Otuzüçüncü Lem'â olması ihtâr edildi. Hem "Meyve" Onbirinci Şuâ' olduğu gibi, Denizli Müdafaanamesi de, Onikinci Şuâ' ve hapiste ve sonra Küçük Mektûblar Mecmuası Onüçüncü Şuâ' olması ihtâr edildi. Ben de aziz kardeşlerimin tensiblerine havale ediyorum. Demek birkaç mertebede kapı açıktır, bizlere daha iyi tetimmeler yazdırılabilir.” Emirdağ Lâhikası-1
Hâsılı, te’lîf ‘den maksâd; cem’ etmek, birleştirmek olsa idi, yukarıda kaydettiğimiz ifâdelerde eksik kalan kısımların müteferrik parçaların birleştirilmesiyle meydana getirilmesi pek kolay olurdu. Halbuki, “Resâil-in Nûr'un mesâili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünûhat, zuhûrat, ihtârat ile oluyor” denilmiş..
Bu izâhlardan sonra alttaki mektûba da değinmeden bu bölümü bitirmeyelim, zirâ bu mektûbun mânâsı üzerinde de ihtilaflar var..
“Bu dürûs-u Kur'âniyenin dâiresi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u îmâniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler'in şerhleri ve izâhlarıdır veya tanzîmleridir. Çünki çok emârelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u îmâniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzîf edilmişiz. Eğer biri, dâiremiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izâh haricinde birşey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki: Risâle-i Nûr eczâları, Kur'ânın tereşşuhâtıdır; bizler, taksim-ül a'mâl kâidesiyle, herbirimiz bir vazîfe deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..” (Mektûbât)
Buraya kadar yaptığımız izâhlar tahtında ve ‘Risâle-i Nûr’un ‘Hocaya, Müderrise’ ihtiyacı yok mudur?’ adlı ilk makâlemizde yaptığımız “Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir fakat Risâle-i Nûr'u cemaata okurken tafsilâta girişip eski malûmatlarıyla açıklarsa” bahsiyle birleştirdiğimizde şu mânâyı kasteddiğini anlıyoruz.
“Bu dürûs-u Kur’âniyenin dâiresi içinde olanlar, allâme (büyük âlim) ve müçtehidler de olsalar (içtihâd edebilecek mertebede de olsalar)” yâni sâhip oldukları istidâd ve ilmî ma’lûmatları ile yeniden bu mes’eleleri isbâta kalksalar ve risâlelerin fevkinde bir izâhat ve açıklamaya teşebbüs etseler, yapabilmeleri mümkün değildir zirâ, “esrâr-ı Kur'âniyeye âit yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münâsib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehâcümâtına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi' bir nûr ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu…” (Mektûbât) ve ayrıca risâleler; i’câz-ı Kur’ânın mânevî lemeâtından süzüldüklerinden o makâma (vazîfeli olmadıkça) çıkılamadığını, bu nedenle de; “vazifeleri -ulûm-u îmâniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler'in şerhleri ve izâhlarıdır veya tanzîmleridir” denilmiş. Demek sâir ulemâ, hakâik-ı îmâniye’nin bu nev’de izâh ve isbâtına çalışsalar; “Eğer biri, dâiremiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izâh haricinde birşey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer” bu cihetten deniliyor. Ve devâmında “Çünki çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki: Risâle-i Nûr eczâları, Kur'ânın tereşşuhâtıdır;” denilerek, izâh ettiğimiz mânâyı te’yîd ediyor.
Yoksa, hakîki Nûr Talebelerinin Risâle-i Nûr’dan aldıkları feyiz ve istifâde ile risâlelerin ruhûna uygun ve münâsib ve muvâfık bir tarzda beyânları, izâhları güzeldir, menfaatlidir.. Aksini iddiâ etmek olsa, makâlemizin en başında kaydettiğimiz yaklaşık yirmi ağabeyi de ithâm etmek gerektir ki; bu aklın kabûl etmeyeceği pek acip bir tasavvurdur.
Hâşiye ve Tahşiye için de Risâle-i Nûr’dan bir misâl kaydederek bu bölümü tamamlayalım:
Hâşiye: Bir sayfanın kenarlarına veya altına, metnin herhangi bir noktasıyle ilgili olarak yazılan açıklama ve ekleme, çıkma; Bir eserin içindekileri açıklamak üzere yazılan kitap.
Tahşiye: (“kitaba hâşiye yazmak”tan tahşiye) Bir metnin kenarına not koyma, dipnot yazma, hâşiye yazma.
Risâle-i Nûr’da nasıl yapılmış, bir misâl :
Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirinine
Nâme-i nûrîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.
Hep berâber nutka gelmiş, hak lisânıyla derler:
‘Bir Kadîr-i Zülcelâl’in haşmet-i Sultânına
Birer bürhân-ı nûr-efşanız biz, vücûd-u Sâni'a
Hem vahdete, hem kudrete şâhidleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan
Nâzenin mu'cizatı çün melek seyrânına.
Şu semânın arza bakan, cennete dikkat eden
Binler müdakkik gözleriz biz {(Hâşiye): Yani Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezraacığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu'cizât-ı kudret teşhir edildiğinden, semâvat âlemindeki melâikeler o mu'cizâtı ve o hârikaları temâşâ ettikleri gibi; ecrâm-ı semâviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi, güya melâikeler gibi zemin yüzündeki nâzenin masnuatı gördükçe Cennet âlemine bakıyorlar ve muvakkat hârikaları bâki bir sûrette Cennet'te dahi temâşâ ediyorlar gibi bir zemine, bir Cennet'e bakıyorlar. Yani o iki âleme nezâretleri var demektir.} Mektubat ( 20 )
Buradaki hâşiye, Risâle-i Nûr’un başka bir yerinden alıntı mıdır?
Hayır..
Bu nedenle; “vazifeniz şerh ve izâhla ve tekmîl ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile, belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektûbları te'lîf ile ve Dokuzuncu Şuâ'ın Dokuz Makâmını tekmîl ile ve Risâle-i Nûr'u tanzîm ve tertib ve tefsir ve tashih ile devâm edecek” denilmiş…
Hem mektûbun başındaki arapça duâ metninde كَتَبْتُمْ وَتَكْتُبُونَ ile yâni, ‘yazdığınız, yazacağınız’ denilerek yazıya, yazılacak şeylere de işâret edilmesi bizce ayrıca mânidârdır. Bakınız, Ref’et Ağabey Üstâd’a ne diyor:
“Sizden bir mes'elenin izâhını rica ediyorum. İzâh ediyorsunuz. O izâhta da, muhtâc-ı izâh noktaları bulunuyor. Öyle latîf ve şümûllü cümlelerle cevâb veriyorsunuz ki, o cümleleri de anlamak için suâl icâb ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki; Sözlerinizin her satırı, bir kitab teşkîl edecek kadar şümûllü ve mânidardır. İstenildiği kadar izâh olunabilecektir. Re'fet” (Barla Lâhikası)
Evet, demiştik ki; bütün bu delîller tahtında, “İzâhât, Cemaati şahsa bağlar” ifâdesinden murâdın ne olduğunu yeniden düşünmek lâzım geliyor. Mâdem selâhiyet sâhibi olanlar yapıyor ve yapabilir, o vakit problem; selâhiyet sâhibi olmayanlarda başlıyor..! Bunu ayrıştırabilmek için selâhiyet sâhibi olanları nasıl anlar ve tanırız buna temâs edeceğiz.
3. Bölüm ile devâm edecek…
Birinci bölüm için tıklayınız