Modernizm Yazıları
Isaac Newton için Allah İnayetin Tanrısı’ydı. O, muhît bir iyiliğin temini için, nâdiren kâinatın işleyişine müdahale ederdi. Bu anlayış, dinin tabiat-üstü olan yönünü sarsıyor; Baron Herbert, Bolingbroke ve Holbach gibi kimi fikir adamlarına dünyevi bir din oluşturulması için bir fırsat uzatıyordu. İhtişamlı bir yaratıştan sonra, Allah kendini kendi kanunları ile zincirlemiş; kendisinden dua ile bir şeyler talep eden kullarının ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz düşmüştü. Dolayısıyla bizi kendi başımıza bırakmak zorunda kalmıştı. Öyleyse, bizler O’na inanmak ve O’nu şükran ile anmakla beraber dünya hayatında bize fazlaca dokunmayacak yeni bir düşünce ya da din geliştirmeliydik. İşte böyle bir atmosferde oluşan Deizm İngiltere’den Avrupa’ya, oradan bütün dünyaya yayılmıştır. Aydınlanma’nın büyük üstadı Voltaire’in bu yeni dinin yılmaz bir tarafgiri oluşu bu devrenin karakterini bizlere gösteriyor.
Aydınlanma Çağı’nda entellektüeller kendilerini milli bir kültüre veya evrensel bir kardeşlik bildirgesine dayandıran insanların hanelerine tektipleşmiş, seküler yapılı bir yaşamın resmini asıverdiler. Klasik sanatların karşısına teknolojiye, görselliğe, nefse ve cinselliğe dayanan hayalperest bir sanat anlayışını çıkardılar. Rüyaya değil hayale inanıyorlardı. Değer’in kaynağını vahiyden alıp akla veren modernist kuramlar; tanrıyı da tahtından edip toplumu onun yerine ikame ettiler. Yanlışlarımızın da doğrularımızın da tarif ve tabir edileceği zemin ancak aklımızdı. Hakikât ten tasavvura kayıyorduk. Modern epistemoloji bilgiyi dünyadaki ihtiyaçlarımızı karşılamak için ne pahasına olursa olsun elde etmemiz gereken bir « metâ » haline dönüştürüyordu. Bruno’yla, artık tabiatı nesebimizle oynayan ve çabucak ıslah edilmesi gereken yeni düşmanımız olarak görmeye başlamıştık. Dünyada var oplduğundan beridir nefse karşı savaş açmış bir insanlığın nefisperest olabilmesi için çok büyük bir himmete ihtiyaç vardı ; yavaş ve korkutmayan bir enjeksiyona. Bunun için zamana ihtiyacımız vardı. Evrensellik iddiası kolay bir argüman değildi ve yeni bir ahlâk üretmek yetmezdi. Farklı bir devlet mekanizması ile buna uygun düşen formda bir ekonomik sistem de oluşturmalıydık. Vahyin renklendirdiği küremizde insanlar ümmet temelli, din eksenli, birbirlerine saygı gösterebilen topluluklar halinde yaşıyorlar, karz-ı hasenle geçinip odağında din, ilim ve geleneğin bulunduğu bir birliktelik atmosferinde hayatlarını sürdürüyorlardı. Ümmet'in karşısına ulus'u çıkarmakla bu çehreyi değiştirebilecek; Hobbes'un, Hristiyan ilâhiyâtına uygun bir devlet kuramı geliştirmesinden seneler sonra da klâsik siyasal mozayiğimizi tarumâr eden modern ulus-devletlerin meydana çıkışını görecektik. Biyolojik ve duygusal bir yaratıktan mikroskobik bir makinaya, sibernetik bir canlıya inkılâbımız için dörtyüz seneye ihtiyaç duyacağımızı kestiremezdik.