Beş yıldır adaletin yerini bulması ümidiyle beklediğimiz bir dava daha bizi hüsrana uğrattı. Hrant Dink suikasti ardından ilk haftalarda yaşananlar, davanın aydınlatılacağı yönünde büyük ümitler verirken, nihayetinde vardığımız nokta tam anlamıyla bir hüsran oldu. Daha davanın görüldüğü ilk aylarda medyada konuşulanlar, cinayetin bir organizasyon işi olduğunu ortaya koyarken, nihayetinde güzide mahkememizin verdiği karar; “Yok öyle bir şey. Gençler kendi başlarına bir cahillik etmişler!” şeklinde oldu.
O günlerde yapılan en saçma tartışmalar bile bu davanın vardığı sonuçtan daha gerçekçi duruyordu bana göre... Eğer adlî makamlar, sadece önlerindeki evraklara gömülmeyip biraz bu yorumları dinleselerdi, herhalde kendileri de verdikleri bu karara bizler kadar şaşırırlardı. Öyle düşünüyorum, öyle tahmin ediyorum, öyle inanmak istiyorum; zira aksini düşünmek muhali mümkün görmek kadar ağırıma gidiyor. Hem gitmeli, çünkü haksızlığı kime yapılırsa yapılsın “haksızlık” olarak biliyorum. Hem bilmeliyim, vicdanımdaki insanlık ve kalbimdeki iman bunu iktiza ediyor. “Bir insanın ölümü, bütün insanlığın ölümü gibidir” diye düşünmeyi öğretiyor. Bu düşünceyi taşırken omuzlarımda, söyleyeninin koymadığı bir “millet” tayinini eklemeye cüret edemiyorum. Cüret edenleri de adamdan saymıyorum...
“Türkiye’de Gayrimüslim olmak hiçbir zaman kolay olmadı. Tek parti diktası ya da çok partili dönem fark etmeksizin, kimi zaman halkın bizzat içerisinde olduğu, kimi zaman devlet eliyle uygulanan politikalar henüz yakın geçmiş diyebileceğimiz 1950’lerde üçte biri Gayrimüslim olan İstanbul’u, bugün Gayrimüslimlerin yaşam alanlarının birkaç mahalleyle sınırlı olduğu hale getirdi.
Büyük ölçüde Gayrimüslimlerin zarar gördükleri 1934 Trakya Olaylarına ve 6-7 Eylül Olaylarına halk bizzat katılırken, 20 Kur’a askerlik, Varlık Vergisi ya da mübadeleler devlet eliyle uygulandı.
6-7 Eylül olaylarında Gayrimüslimlerin mallarını yağma ve talan eden kişiler birkaç sene sonra beraat ettirilmiş, tutukluluk süresince de dışarıda serbestçe gezebilmişlerdi. Zararları tanzim edileceği söylenen Gayrimüslimlere tazminat ödenmemiş, sadece yardım kampanyası yapılmış ve tazminat istemeyen şirketlerin isimleri gazetelere basılmıştır.”
Bütün bunları okumamızın ardından Bediüzzaman’ın bundan bir asır kadar önce Münazarat isimli eserinde söylediği birkaç cümleyi de alıntılamak istiyorum buraya, beraber okuyalım:
“Sual: Ermeniler zimmîdirler. Ehl-i zimmet, zimmettarlarıyla nasıl müsavi olur?
Cevap: Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize alamadık, bihakkın adalet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdadın sünnet-i seyyiesiyle muhafaza edemedik; sonra da istedik, kuvvetimiz kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nev’i zimmî-i muahid nazarıyla bakıyorum.”
M. Akif kardeşimin yazısını, Bediüzzaman’ın bu ifadesini ve Hrant Dink suikasti davasının sonucunu şimdi bir arada fikrime koyuyorum ve soruyorum: Eğer biz adaleti tam bir şekilde bu insanlara gösteremezsek, geçmişi tekrar edersek, onlar yarın bir gün bize sitem ettiklerinde gocunmamızın bir anlamı var mı? Hem farklı bir reaksiyon gösterdiklerinde; “Aaa, bunlar şimdi bunu niye yaptılar?” diye sormanın bir anlamı var mı?
Adalet, herkes için adalet; yalnızca bir millet için değil. Mademki biz, yakın tarihimizde, bir kucaklayıcı devlete yakışır adaleti bu insanlara karşı gösteremedik, şimdi mahkeme eliyle buna bir yenisini eklemek niye ve ne anlama gelir? Bir düşünelim lütfen... Dileriz, adlî kurumlarımız bu vicdan yaralayıcı süreci temyiz ederler. Gerçi kime ne diyoruz? N.Ç.’ye; “Kendi istedi” diyenler, elbette Hrant Dink suikastine de; “Birkaç cahilin işi!” diyecektiler, şaşırmamak lazım. İyi ki, Hrant Dink için de; “Kendi kaşındı ama...” diye bir ifade kullanmadılar. Ne yalan söyleyeyim; kararı duyduktan sonra, ben birinin ağzından böyle birşey daha duysam, şaşırmayacaktım. Yakışır böylesi nadanlık...