Haremeyn-i Şerifeyn tâbir edilen mübarek ve nurânî şehirler Mekke ve Medine. Hac ve umre vazifelerini yerine getiren hangi Müslümana sorsak çok etkilendiğini ve mânen şok geçirdiğini, müsbet mânâda dehşet ve haşyet içinde kaldığını söylemektedir. Özellikle Mekke ve Medine’nin tarihçelerini, İslâmiyetin yayılışını, 14 asır öncesiyle bugünü her şart ve şekliyle kıyaslamak erdemine ve faziletine sahip olan her Müslüman’ın değerlendirmesi çok farklı olmaktadır.
Bir çok şeyin tefsiri vardır. Fakat Kâbe ve Mescid-i Nebevî’deki (asm) yüzbinlerce ve milyonlarca tavaf, sa’y ve ibadet eden Müslüman, bütün İslâm dünyasının muhtaç olduğu bir hakikatı tefsir etmektedir. O da şudur: En küçük daireden 57 İslâm ülkesinin her kûşesine kadar muhtaç olduğumuz ittihad-ı İslâm ve uhrevî kardeşliğin deruhte ve ihyası ile birlikte, gıybet, hased ve kıskançlığın olmamasıdır.
Hangi dilden ve renkten olursa olsun herkes, bir tek hakikat olan tekbirde, ezanda, Kelime-i Şehadette, kamette, rükûda, secdede ve tahiyyatta birleşiyor. Kıble, yani Kâbe bir ve Peygamberimiz bir. Mûsika-i mânevî yankılar yapmakta, en katı kalpleri eritmektedir.
Yine her iki mübarek nuranî makam ve mevkide, buna ilâveten Arafat, Safa ve Merve’de, Sevr Dağında, Hıra Mağarasında, Bedir ve Uhud’da ve emsâli yerlerde ırklar ve renkler değişik, simalar ve sesler farklı, lisanlar ve ülkeler muhtelif; fakat bütün yüzlerde tebessüm ve gözlerde yaşlar, dillerde tekbir sadaları... Öte yandan Hacerü’l-Esved’i öpeceğim diye dirsek yiyenler, namaz kılacağım diye saftakini ezip geçenler var; fakat hiçbir Müslümandan ve saf tutan mü’minden ne bir itiraz, ne de ağır bir tâbir var.
Bir zât “Müslümanlar namazda omuz omuza, dışarıda boğaz boğaza” derken buraları kastetmiyordur. Onun kastettiği, buradaki mânâyı âlem çarşılarına taşıyamayan ve bu sırra eremeyenlerdir. Yine buradaki gerçek İslâm kardeşliğini kendi ülkelerine taşıyamayan siyasetçileri, talebelerine gerçek uhuvveti nakşedemeyen müderrisleri ve ders hocalarını kastetmiştir. Hucurat Sûresi 10. âyet burada en parlak bir zeminde ihyâ ve gerçek olmaktadır.
Bazı İslâm dünyasında yeni evlenenlere umre şart koşulmaktadır. Keşke bizim ülkemizde de şart koşulsa da, genç yaşta ittihad-ı İslâma, milletimizin birlik ve beraberliğine bütün rûh u canlarıyla alışsalar. Nedir bir bardak suda koparılan fırtınalar? Nedir bitmeyen kıskançlıklar, kin ve hasedler? En çok peygamberin geldiği diyarda bunlar olur mu?
Maziye bakınca da biraz ibret alıp utanmak lâzım, ağlamak lâzım. Muhterem Hasan Özbey anlatıyor: “Hz. Peygamber (asm), Kuba Mescidini ihya ettiğinde gariban bir görünümdeymiş. Tek katlı, üstü hurma dallarıyla örtülü bir mekân. Zemin kum, kumlar üzerinde Fahr-ı Kâinat ve sahabeler namaz kılıyorlar. Hatta yağmur yağdığında sahabeler dışarıdan kum getirip, ıslanan kumların üzerine dökerler, ıslaklık gider ve ibadet ederlermiş.”
Muhterem Said Özdemir anlatıyor: “Hz. Peygamber (asm) bir hadisinde buyurur ki: ‘Medine’nin sıcağına ve hastalığına dayananlar benim şefaatime nail olacaklardır.’”
Muhterem General Mahmud anlatıyor: “Sahabedeki iman, görülmemiş bir iman. Bedir, Hendek ve Uhud sayıca çok az; fakat imanla çok muhteşem ve küffar târümâr ediliyor.” Safalar, Bahaddinler, Yavuzlar vs.’ler herkes bambaşka bir aşktan, muhabbetten ve mânevî cihaddan bahsediyorlar. Nereden nereye gelmişiz? Nereye ve nasıl gitmeliyiz, gölge miyiz, güneş miyiz?
İki milyara yakın Müslüman ailesi, maddî olarak yıkandığı gibi Mekke ve Medine topraklarında yılda bir kere mânen yıkanmalı ve alacağı derse iyi çalışmalıdır. Hâsseten mürşitlere, siyasetçilere denilmeli: Biz Kâbe’deki vahdetin neresindeyiz?
Yeni Asya