“Derviş Hasan ağlamaktan kızarmış gözlerini ovuşturdu. Umman kelimesi onu çok derinden vurmuş gibiydi. Gözyaşlarına hâkim olamadı. Hoca’nın söylediklerini hiç düşünmeden tekrarlıyordu:
-Bizlerse gaflet ummanındayız… Bizlerse gaflet ummanındayız… Bizlerse gaflet ummanındayız…
Hem bu cümleleri tekrarlıyor, hem de bir Mevlevi edasıyla dönüp duruyordu. Ağlamaya ise devam etti. Hoca ona “dur!” diyemedi. Cenaze arabasından seslenen müezzinin sesiyle irkildi:
-Hocam! Haydi gidiyoruz mezarlığa.
Evet, her şeyi tüm ayrıntısıyla görüyordum. Düşünceleri, şeffaflaşmış bakışlarından sızıyordu sanki. Onları yakalamak istedim ama katılığım buna izin vermedi. Kalbim katıydı, aklım somuttu. Maddede boğulmuş yüreğim, hakikatleri nasıl görebilirdi ki? “Deliler âlemindeyim” diye geçirdim içimden. Hepsi deli bunların! Halbuki benim aradıklarım “deliller”di, deliler değil.
Görebildiklerim silik izlerden ibaretti. Tek boyutlu bir gerçeklikti her şey. Halbuki bin bir farklı boyutu vardı hayatın. Onlara tamamen kapalıydım. Üç boyutlu resimlerde saklı şekilleri göremeyen çocuklar gibi, hayatın bin bir boyutunda saklı hakikatleri göremiyordum. Onların gördüklerini göremiyordum. Bu yüzden ya onlar deli, ya ben kördüm. Başka bir seçenek yoktu.
Hoca, elinde tuttuğu yeşil renkli cübbesini sırtına geçirdi. Beyaz sarığını yeşil renkli takkesinin üzerine sardı. Haydi gidiyoruz der gibi baktı Hasan’ın gözlerine. Hasan kendi ekseninde dönmekten vazgeçti. Hoca’nın etrafında dönüyordu şimdi. Elsiz, ayaksız bu sefer. Sadece bakışlarıyla dönüyordu… Takılmış bir plak gibi tekrarladı yine:
-Bizlerse gaflet ummanındayız… Bizlerse gaflet ummanındayız… Bizlerse gaflet ummanındayız…
Ama paralarım vardı… Kiralarını sabırsızlıkla beklediğim katlarım. Güzelliklerine vurulduğum sevdalarım. Çizilmesinden endişe duyduğum arabalarım. Üstelik bu gidişe hazır değildim henüz. Buzdolabımda daha bitiremediğim 70’lik bir şişe duruyordu. Son zamlar bile durdurmamıştı beni. Sigaramdan ise vaz geçecek değildim. Üstelik evren tesadüfen oluşmuş değil miydi? Koca koca bilim adamları tesadüfe dayanan “evrim” teorilerini övüp durmuyorlar mıydı? Hem gidip de gelen var mı? diye geçirdim içimden. Hepimiz akıllı birer maymunuz diye düşündüm. Ne gerek var “sonsuzluk” için yürümeye? Yokluk için yürü… Nefsin için yürü. Şehvet için yürü… Kısa bir hayatımız var. Ne istersek yapmalıyız. Hepimiz birer hayvanız sonuçta. Hayvan oğlu hayvanlarız hem de...
Ama o bakışlar yalancı çıkarıyordu beni. Varlığımda kapanmayacak bir bölünme yaşanıyordu. O gözlerde bir şeyler görmüştüm çünkü… O gözlerde sözler vardı. Ölümsüz sözler... Evet evet. Sonsuzluk böyle bir şey olmalıydı. Ben bu kadar kendinden emin bakışlarla karşılaşmamıştım hiçbir zaman. Okuduğum bütün o kitaplar, “şüpheci ol” diyordu bana. Resimlerini gördüğüm bütün filozofların, şüpheyle bakan gözlerine aşinaydım. İlk defa böyle sağlam bakışlar görmüştüm. Böyle güven dolu, sarsıntısız bakışlar. Varlığın muammasını çözmüş gibi bakıyordu Hoca… Gel seni de götüreyim hakikate diyor gibiydi. Ona değil ama kendime güvenemiyordum. Çünkü gözlerim maddeyle bozulmuştu. “
Buraya kadar okuduğunuz bölüm Ahir Zaman yayınlarından çıkan yeni kitabımız Kabirden Gelen Mektuplar’dan alıntıydı.
Bu dünyanın maddi keşmekeşliği arasında fırsat bulup da ara sıra tefekkür etmeye çalıştığım „ölüm“ hakikatini derin bir imâni tefekkürle harmanlayıp kurguya döktüm sadece.
Elbette ki bu eserin hazırlanması sırasında baş ucu kitaplarım Kur’ân-ı Kerim’in hakikatli tefsirleri olan Risâle-i Nurlar oldu yine.
Aslında reklamı seven birisi değilim ama „iman hizmeti“ manasında bu ulvi hakikatlerin olabildiğince mütehayyir kitlelere duyurulması kanaatindeyim âcizane.
Yani o kitapla kendi aciz şahsiyetimi değil „imani hakikatleri“ şerh etmeye çalıştığım için sanırım bu kadarcık bir ilânın hiçbir sakıncası olmayacak diye düşünüyorum.
Yaşadığımız son olaylar gösterdi ki, „iman hizmeti“ faslı daha kapanmadı ve böyle bir milyon şerh yazıp mütehayyir kitlelere ulaştırsak yine de az kalır.
Allah’ın izin vermesiyle bugüne kadar İslam’ın siyaset ve medeniyete dair projelerini yorumladığımız pek çok kitap yazdık yazmasına ama bu son çalışma kâinatta en yüksek hakikat olan „iman hakikatlerine“ dair olduğu için mânen onların hepsinden üstündür diyebilirim.
Şu aşamada şunu çok açık anladık ki, mesaimizi siyasetten daha çok iman hizmetine adamamız gerekiyor.
İttihad-ı İslam hedefine ise dünyevi politik bir mevzu olarak değil, imân hizmetinin fıtri bir neticesi olarak bakmak ise ikinci vazifemiz. Bu sebeple ittihad-ı İslam’a da şiddetle taraftar olmak mecburiyetindeyiz.
Yapacağımız ihlaslı hizmetler neticesinde olabilecek bütün gelişmeleri ise elbette Rabbimiz daha iyi bilir.
Bizler ise sadece ve sadece hizmetle mükellefiz. Gayret bizden; tevfik ise Cenâb-ı Erhamur Râhimin’dendir. (OD)