"Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır. " Rum sûresi, 22.
Allah 'Ol!' demiş ve olmuşuz. 'Önce sen ol, sonra sen ol, sonra da sen!' değil. Çünkü o "Hadsiz ef'ali, bir fiil gibi yapar... " Allah, zamanla kayıtlı değil ki, senin için geçerli olan öncelik/sonralık onun için de geçerli olsun. Onun 'Ol!'u bizim oldurmalarımıza benzemiyor. "Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor. " Ezel, bugünü ve yarını aynı anda görür bir nazar-ı âlâ'dır. Bu zaman, mekan, hareket, önce, sonra, yukarı, aşağı, uzak, yakın... Hepsi senin sınırlılığından. Mekan, zamanın parçası; hareket mekanın; ışık/ses hareketin. Hatta esma da işte bunun için. Zatını kuşatamayacağın ve asla da tam anlayamayacağın (çünkü anlamak da bir yönüyle kuşatmaktır) Allah'ı parçalardan seyredebilmek için.
"Hem, ezel, mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinât içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir. "
Allah'ın esması, sınırlı olan insanın sonsuz olan Allah'ı anlaması için bir kolaylıktır. Hatta sebeplerle yaratılması bile varlığın, böyle bir kolaylıktır. "Meşiet ve hikmet-i İlâhiyenin muktezasıyla ve çok esmânın tezahür etmek istemesiyle, müsebbebat esbaba raptedilmiş, herbir şey bir sebeple bağlanmış. " Herşeyi, sebeplerle yaratılış sayesinde parçalayabiliyor, arasına öncelik/sonralık, büyüklük/küçüklük, benim/onun gibi ayraçları koyabiliyorsun. Kuşatabiliyorsun. Ancak böyle anlayabiliyorsun. Çünkü sen yaratılansın. Altkümesin. Ve matematikten bilirsin: Altküme üstkümeyi asla kuşatamaz. Kuşatamadığına sahip olamaz. Anlamak bir yönüyle sahip olmaktır. Öteki olanı 'bilmeyle' senin kılmaktır.
"Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor. Çünkü, Vacibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev'i, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vacibü'l-Vücudun ef'alini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili failsiz zannediyor. "
'Ol!' emri bir bütün ve biz onun içindeyiz. Metin Karabaşoğlu abi de bir keresinde buna benzer birşey söylemişti. 'Ol'un içinde olmak, dışarıdan seyreden değil içinde olmak, ol'an olmak... Biz buyuz. Yaratılışı parçalarla kavrayabildiğimizden hep parçalı tefekkür ediyoruz. Bir elma için bir kainatın gerektiğini, bizce kurgulanan ilk 'Ol!' ile o elmanın 'Ol!'u arasında kopmaz bir bağ bulunduğunu göremiyoruz. Hatta bunun da üzerinde, belki ikisinin aynı 'Ol!'un parçası olduğunu kavrayamıyoruz. Nazarımızdaki ol'lar yanıltıyor bizi. Şirk de buradan kendisine bir kapı buluyor.
32. Söz veya 7. Şua boyunca Bediüzzaman'ın da bize öğretmeye çalıştığı bu bence. Parçalara sahip olmanın bir anlamı yok. Bu küçük ol'lar bizi bir noktaya götüremez, çünkü büyük ol'lar ve hatta kainatın en başında, herşey hiçken denilen 'Ol!' olmadan varoluş mümkün değil. Varlık ağır ağır inşa edilen bir bina gibi görünse de gözümüze, aslında aynı öykünün detaylarıyız hepimiz. Emirde bütünlük var. Allah birşeye 'Ol!' dediği zaman, sebeplerin engel olma çabaları/dilekleri ancak o 'Ol!'un hikayesi olur. Kendin tek seferde bir fiili kuşatabiliyorsun diye, iraden cüzi/parçalı çalışıyor diye, Allah'ın eylemesinin görüp görülecek bütün fiilleri kuşatan tek bir eyleme olabileceği gerçeğini ıskalıyorsun. Sınırlı olan sensin, Allah değil. Ve onun fiilleri senin fiilerin gibi değil. Subhaniyet biraz da buna bakıyor. Kendimizden hareketle onu biliriz, ama onu kendimize benzetmeyiz.
"Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir olan kan ordusundaki bütün emsâlime mâlik olabilirsen; hem, gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrât-ı bedene mâlik olacak bir dakîk hikmet ve azîm kudret sende varsa, göster ve gösterebilirsen, belki senin dâvânda bir mânâ bulunabilir. (... ) Çünkü, bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir Zât bize hükmedebilir. "
"Ben yalnız değilim. " Bütün eşya bunu söylüyor sana. Aynı 'Ol!'un parçalarıyız ki, hepimiz; 'sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir. ' Kardeşlik dediğin kurgusal bir davranış şekli değil, eşya zaten bir 'Ol!' kardeşliğinin parçaları. O ol'a uygun hareket etmezsen ve hatta şirk ile ol'u ol'lara bölüp parçalardan birisine sahip çıkarsan, budur pek büyük zulmün. Zulüm parçalardan birisini öne çıkarıp bütünü karartmaktan başka nedir? Öykünün bütünü kiminse oradaki karakterlerden, olaylardan, harflerden her biri de onundur. Dokunursan bozarsın. Karıştırırsan karışır. Çünkü öykünün tamamı tek "Öykü yaz!" emrinin sonucudur.
Demek varlık öyle bir "Ol!'un parçası ki, 'altı gün'ün her biri onun bölümleri, her bir asır onun bir sayfası, her bir günün bir satırı veya harfi... Sen o kitapta tutsan tutsan bir sayfacık, bir satırcık yer tutarsın. Bu ne cesaret! Sayfada adın geçiyor diye, kitabı yazarın elinden almaya çalışmak da ne oluyor? Kendin aldığın yetmiyormuş gibi başka kelimelere de kitabı dağıtmaya cür'et ediyorsun. Zaten kadere iman dediğin de, zamana yayılmış bütün mekanları, mekana yayılmış bütün hareketleri, 'Ol!'un sahibine vermekten başka nedir ki? Kadere iman etmek tevhide zamanüstü bir şekilde iman etmektir. Ve nihayetinde o 'Ol!' demiş, biz o 'Ol!'un içindeyiz, ama o 'Ol!'u 'ollar' suretinde görürüz.