Kadere imanın hakikati nedir?

Alaettin TAŞKIN

 

Kader Risalesi Üzerine Bir Şerh Denemesi-1

Kader Risalesi okunurken evvela Üçüncü Mebhası okuyup ardından Birinci ve Dördüncü mebhasları okunduktan sonra en sonunda da İkinci Mebhas’ı okunmalıdır. Ve bu okuma eylemi konu bütünlüğü dağıtılmadan üç-dört kez teenniyle tekrarlanmalıdır.

Öncelikle kader kavramını inceleyelim. Rağıb el- İfehani Müfredat’ta kader kavramını şöyle açıklar: “(kaderu) bir şeyin miktarını/niceliğini açıklamak.

…onların(mevcudatın), hikmetin gerektirdiği tarzda, mahsus, özel bir yol, yön veya maksat üzere olmalarını sağlaması şeklinde olur.”( Rağıb el- İsfehani, 2010: 1182)

Kader, bir şeyin ölçüsüdür. Her varlık bir ilâhi ölçüye bağlıdır. Âlemdeki düzen ve istikrar, devamlılık ilâhi kaza ve kaderle, yani Allah’ın ezeli ilminin her şeye takdir ettiği ölçü ve düzene göre mümkün olmaktadır.

Rabbimizin, olacakların hepsini, önceden bilip takdir etmesine (ölçüp, biçip belirli kılmasına) Kader denir. Bu, Allah’ın ilim sıfatının sonucudur.

Maddi Âlemde Kader

Şimdi Kader Risalesi’ni incelemeye başlayabiliriz. Kader Risalesi’nin Üçüncü Mebhas’ı Kaderin varlığını varlık âleminden, gördüğümüz madde ve eşyadan hareketle izah ve ispat eder. Yani altı iman şartından biri olan 'Kadere iman nedir?' diye sorulan suale verilen cevapta, her şey Allah tarafından ‘takdir’ edilmiş olması meselesini kâinattan örneklerle ispat eder. Her şeyin ‘takdir’ edilmiş/ölçülü olduğunu, her bir şeyin tam bir ölçü ve düzen içinde yaratılıp bu ölçü ve düzen içinde varlığının devam ettiğini ispat ederek beyan eder.

Üstad Bediüzzaman burada kaderi ikiye ayırır. Biri “bedihi kader” yani Kitab-ı Mübin, diğeri “nazari kader” yani İmam-ı Mübin.

Kitab-ı Mübin, Cenab-ı Hak eşyayı yaratırken onların belirli bir ölçüsünün olması gerekir ki kudreti o ölçü üzerinde yaratma işlemini yapsın. İşte o ölçü yani mahlûkatın vücudunun sınırlarını belirleyen ‘manevi kalıp’ bedihi kaderi oluşturur. Bir ağacın bedihi kaderi çekirdeğinde derç edilmiştir. Çünkü o ağaç o çekirdekten çıkmıştır. Yani bedihi/açık kader/ölçü o ağacın varlığında açıkça görülmektedir.

İmam-Mübin ise imanımızdaki kader anlayışına tekabül eder. Yani başımıza gelecek olaylar daha önceden takdir edilmiştir. Zaten kader takdirden gelir. Yani kader maddi manevi varlıklara, olaylara birer ölçü tayin etmektir.

İnsan ve Kader

Kader Risalesi’nin Birinci Mebhas’ı bir kulun kadere bakışını ve/veya kader inancı karşındaki duruşunu açıklar. Nitekim cüz’i ihtiyari denilen kulun ‘seçme iradesi’ de burada karşımıza çıkmaktadır.

Evvela kaderden bahseden kişi kâmil bir iman sahibi olmalıdır. Yoksa kader inancının yanlış anlaşılmasına sebep olur. İşte bu yanlış anlamanın önüne geçmek için Üstad hazretleri Birinci Mebhasta şöyle bir giriş yapar: “Kader ve cüz’i ihtiyari İslamiyet’in ve imanın nihayet hududunu gösteren hali ve vicdani bir imanın cüzlerindendir.” Yani eğer kişi yaşantısına aksetmiş, dem ve damarlarına işlemiş bir imanın sahibi değilse ona kaderden bahsetmek o kişinin kaderi yanlış anlamsına sebep olur. O zaman kişi düşünür ki : “Kader denilen şey her şeyi kâğıt üzerinde yazmış. Bizim rollerimizi belirlemiş. Biz de o rolleri oynamak için dünyaya gelmişiz.” Şeklinde İslamiyet’e ve imana zıt, yani teklif ve imtihan yeri olan bu dünya hayatının varlık sebebine aykırı bir anlayışa kapı açar. Bu kişi Cenab-ı Hakk’a tam bir imanı olmadığı için yaptığı ‘iyiliklere’ enenin/egonun/benlik bilincinin emanete hıyanet etmesiyle sahip çıkar. “Ben yaptım!” der ve gurura kapılır. Eğer kötü bir duruma düşer, işler kötüye giderse “ben kader mahkûmuyum(!)” der. Bir radyo programında sunucu, suç işleyip hapishaneye düşenler için ‘kader mahkûmu’ ifadesini sıkça kullanırdı. İşte bu isyan kokan cümleyi ona söylettiren Âdil-i Hakîm olan Mutlak bir Yaratıcıya hakkıyla iman etmeden kader meselesinden dem vurmasıdır.

Kader ve Teodise/Kötülük Problemi

Gelelim kâmil iman sahibi bir kişini kadere bakışına. Bu kez de karşımıza şer/kötülük gibi bir problem çıkar. Kâinat zıtların cevelangahı, iyi-kötü, güzel-çirkin bir arada. Ve bir kulun hayatında hayır-şer, iyi-kötü bulunuyor. Yani bir kişi bazen kötülüklere sebep oluyor bazen de iyiliklere vesile oluyor. İşte cüz’ü ihtiyari burada devreye giriyor ve kötülüklere sebep olmayı kabul ediyor. Çünkü evvela iman etmiş ki onun Rabbi âdildir, sübhandır ona zulmetmez. Böylece kötü neticeleri cüz’ü ihtiyarisiyle ben sebep oldum diyerek üzerine alır. Eğer iyi şeyler ortaya çıksa bu sefer emaneti sahibine teslim eder ve derki Rabbim istedi beni vesile kıldı ve o iyiliği benim üzerimden yarattı. Ben masdar/ iyilik yapıcı kaynak değil iyiliğin yapıldığı, yaratıldığı ‘mahalim’. Yani iyiliğin kaynağı değil bilakis yapıldığı yerim. Mesela mutfağa gidip musluğu çevirirsek su akar. Görünüşte suyu bize musluk verdi (musluk masdar). Aslında olayın arkasında koskoca bir teşkilat var. O teşkilat olmasa musluk bize su veremez. Nitekim belediye bazen suyu kesiyor ve aynı musluk bize su veremiyor. Demek verilmezse veremez. Bu konumdaki musluk masdar/suyun kaynağı değil mahaldir(suyun geçtiği yer).

Peki, kötülüklere sebebiyeti kabul edince icad noktasında tezada düşmeyecek miyiz? Yani kötülükler nefisten, bizden çıkıyor. İyi de hani her şeyi icad eden, yaratan Allah idi. Hani O’ndan başkasının icaddan, yaratmaktan eli kısa idi. Evet O’ndan başkasının icaddan, yaratmaktan eli kısadır. Yalnız burada karıştırılan mesele ‘kötülüğü icad etmek’ ile ‘kötülüğü işlemek’ tamamen farklı şeyler. Cenab-ı Hakk’a ait olan icaddır. İcad ise bütün neticelere baktığı için hayırdır, güzeldir. İçinde cüzî /kısmi şerler/kötülükler olsa da umumî/toplam neticeler bakımından o icad güzeldir. Bundan dolayı “halk-ı şer”(şerri yaratmak) şer ve kötü değildir “kesb-i şer”(şerri işlemek) şerdir, kötüdür. Yani kul bir olaya sadece kendine bakan yönünden muhatap olur. Ve nefsindeki kötülükten ve/veya kabiliyetsizlikten o olayın kendine bakan yönünde şerrin/kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olur. Mesuliyet ona aittir. Şerri halk etmek/yoktan yaratıp icad etmek ise bütün toplam neticelere bakar. Bütün neticelerde bir tane şer var ise doksan dokuz tane hayır vardır. O doksan dokuz tane hayır için bir şerri de Allah yaratır. Çünkü bir şer için o olayı yaratmazsa doksan dokuz hayır ortaya çıkmamış olacak. Bir tane şer için doksan dokuz hayır terk edilmez, edilse doksan dokuz tane şer/kötülük işlenmiş olur. Mesela ateşin yaratılması, yemeğimizi pişirmek ve bizi ısıtmak gibi onlarca faydası/hayrı vardır. Ancak ateşe nasıl muhatap olacağını bilmeyen birisi elini ateşe sokup eli yansa bu şerre/kötülüğe bu kişinin kendi ‘beceriksizliğinden’ kaynaklı olan ateşe yanlış muhatabiyeti sebep olmuştur. Bu olayda şer/kötü olan ateşe yanlış muhatap olunmasıdır. Yani ateşin yaratılması, varlığı şer olmuyor; ancak o ateşe yanlış muhatap olup elini yakmak şer oluyor.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.