"Hani Rabbin, âdemoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini nefislerine şahit tutmuş, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (demişti). Onlar da '(Evet, Rabbimizsin) şahit olduk' demişlerdi. (İşte bu şahitlendirme) kıyamet günü 'Bizim bundan haberimiz yoktu' dememeniz içindir." (A'râf sûresi, 172)
İhsan Oktay Anar'ın Suskunlar'ında geçiyordu sanırım şu cümle: "Kusur insanın imzasıdır." O halde insan olduğumuzu bilmek de 'kusurlu olduğumuzu bilmekle' başlar. Acz ve fakr bilinci bu yüzden müslümanın kulluğa ilk adımıdır. Allah tasavvurumuzla aramıza koyduğumuz en temel ayraclardan birisi de budur: Biz kusurluyuz. Hep de öyle kalacağız. Fakat o Allah. O Subhan. O kusursuz.
Subhaniyet Vacibü'l-Vücud kavramlaştırmasıyla da ilgili biraz. Nasıl? Belki biraz şöyle: Her kusurun kendi sahibini yaralayıcı bir yanı var. Kusurlu kendi kendine varolamayandır. Yazarlığında kusur olanı editörü ayakta tutar. Yürümesinde eksik olan bebeği ebeveyni yürütür. Sesinde kusur olanı vokalisti idare eder. Yani ki, kusurlarımız, devam edebilmek için başkasına/başkalarına dayandığımız noktalarımızdır.
Kusurlarımız içinde boğulmamak için umudumuz o. Vagonların ilerlemek için muhtaç olduğu lokomotif. Kusurluların ayakta kalmak için muhtaç olduğu Subhan. Onun her fiili Subhaniyetin cilasıyla cilalandığındandır ki fiillerimize benzemez. Şuunatı dahi '(...)-i mukaddese' ve '(...)-i münezzehe' ile ancak tabir edilir. Tenzih hakikati, sadece kusurlardan tenzihi değil, nitelik olarak 'eyleyişimiz' ve 'eyleyişi' arasındaki kıyaslanmazlığı da fısıldar. Allah'ın yaratışları eyleyişlerimizin sınırlarından da münezzehtir.
En çok 'ihata' farkıdır bu. Biz kuşatamayız. O kuşatır. Her kusur bir sınırdan/kuşatamayıştan kaynaklanır. Sonsuz olan ilah içinse (Tevhide iman sonsuzluğa imandır. Şirk ise sınırlamaktır) kusursuzluk kemalin gereğidir. Yani 'tenzih' tevhidin de getirisidir. Tevhid tenzihin delilidir: "Zira, hulfü'l-vaad ya cehilden, ya aczden gelir." Herşeyi yaratansa hiçbirşeyden acze düşmez. Hiçbirşeyin cahili de olamaz. Bu nedenle hiçbir vaadinden dönmez.
Allah'ın Subhaniyetini her vurguladığımızda aslında demek istiyoruz ki: "Sen bizim yaptığımız gibi yapmazsın." Çünkü, kusur bizim imzamız olduğu gibi, kusursuzluk da senin imzandır.
Âlemde 'kusurluluk' ve 'kusursuzluk' diye iki kutup-kavram olduğu malumsa ve belirgin bir şekilde kusur bize aitse (ki hatalarımız bunun en büyük delilidir) o zaman kusursuzluk da sana aittir. Mütekelliminin 'hudus delili' biraz da buna bakar. Herşey sonradan oluyorsa onları olduran bir 'öncesi olmayan' vardır. Yani sonradan olanları olduran bir 'sonradan olmayan' vardır. Farkındayız. Yokun varlığından bahsedemeyiz. Yokun ancak yokluğundan bahsedilebilir. Tıpkı 'şirk' gibi.
Bu 'bizim fiillerimiz' ve 'onun fiilleri' taksimi de sahici bir taksim değil. Sınırlarımızı tanıma aracımızdır bu taksim aslında. Çünkü 'fiilerimiz' derken sınırlılığımız içinde şahit olduklarımızdan hareketle konuşuyoruz. Yaratışın 'istemek' ve 'kazanmak' kadarına şahitiz. Bizle olanı 'bizim yaptığımız' yerine koyarak isimlendiriyoruz. Sebepler âleminde bir kolaylık sağlıyor bu bize. Ancak şunu unutmamalı: Beraber yaratılmak yanındakini 'yaratmak' demek değildir. Yanında olması 'senin' demek değildir. Yaratmak (ve bu anlamıyla emanetçilik değil sahiplik) daha fazlasını ister. Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da altını çok belirgin çizdiği sırr-ı iktiran bize bunu söyler.
Bizim 'benim' veya 'Ben yaptım' dememiz, işin/nesnenin bizimle mukaranetini/yakınlığını ifade eden bir mecazdır. Hakikatte her fiil kaderin 'takdir' ve kudretin 'halk' süzgecinden geçtiğinden ötürü onundur. Fiil yaratmak insanın harcı değildir. Çünkü, istemek omuzlarına göre, fakat o fiile lazım olan yükü taşımak omuzlarına göre değildir.
Her fiil aynı zamanda kainatla beraber atılmış bir adımdır. (Onun bütün detaylarına hâkimmişçesine/bilirmişcesine atılmış bir adımdır.) Bir uygun adımdır. "Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz'üne hakikî mâlik olamaz." Ve Kafka'nın dediği gibi: "İyiler hep uygun adım ilerler."
Bu noktada kötülüğü/günahı bu uygun adım yürüyüşü bozan şımarık tavırlar olarak tarif edebiliriz. Şeriatı da 'uygun adım yürüme kılavuzu' olarak. Fakat şımarık tavırlar bile kainatın nizamını bozamaz. Çünkü onlar da Ezelî bir bilişle bilinmiş, kaderde yazılmış, kudretle yaratılmıştır. İşte, biraz da bu sebeple, Kelebek Etkisi filminin mottosu olan 'kaos teorisi' mü'minin gözünde sanrıya dönüşür.
Günahkâr bir kelebeğin kanat çırpışı kainatta bir kaos yaratamaz. Çünkü kanat çırpışını yaratan kelebek değildir. Kainat birbirinden habersiz parçaların fiileriyle gelişigüzel şekilleniyor değildir. Bütünün sahibi bütünden murad ettiği düzene göre yaratmaktadır her bir parçayı.
Arzumuz kader kalıplarını yıkamaz. "Kaderin izin vermediğine şansın gücü yetmez." Ya? Kader kalıpları içinde kendine akacak bir yer bulur arzular. Bu noktada 'uyum delili' kaderin de en büyük delili haline gelir. Nasıl? Şöyle: Dün-bugün-yarın birbirine uyuyorsa/uyumluysa, bu uyumu açıklamak için, dünü-bugünü-yarını birden bilen bir ilaha ihtiyaç vardır.
Kader inkârcılarının en çok takıldığı noktalardan birisinin de bu olduğu görünüyor. Onlar imtihanın hikmetli(!) olması için Allah'ın malumu olmayan bir alan açmayı gerekli görüyorlar. İmtihanı emirle değil ilimle ilgili sanıyorlar. Çünkü imtihan tanımını bu dünyada kullandıkları mecaz karşılıkla dolduruyorlar. Allah'ı insan yerine koyuyorlar. (Misal: Öğretmen öğrenciyi 'durumunu öğrenmek için' imtihan ediyor.) Hatta bir adım ötesinde işi kudrete de götürerek diyorlar ki: "Ondan bağımsız yaratılmış birşeyler olmalı ki imtihan hikmetli olsun. Allah da sınadığının sonucunu öğrensin."
Halbuki öğrenmek bir aczdir. Öğrenenin öğrendiği şeyi daha önce bilmediğine, dolayısıyla cehaletine hükmederiz biz. Bu da, en başta altını kalınca çizmeye çalıştığımız, tenzih hakikatine zarar verir. Hatta, daha da yukarısında, Allah'la kul arasına niteliksel anlamda koymamız gereken ilk ayıracın ihmal edildiğini gösterir. Neden böyle söylüyorum? Zira tenzih eksiklik kaldırmaz. Demek kader inkârcılarının tanrısı kusur noktasında da insan gibidir. Yani: Herşeyi bilmez. Yapamaz. Göremez. Kuşatamaz. Ancak bir mü'min herşeyi her an düzen içinde yaratanın böyle olduğuna inanamaz.
Peki biz ne ile imtihan oluyoruz? Biz, Allah'ın (hâşâ) ilminin dışına çıkmakla veya çıkmamakla değil, emrinin dışına çıkmakla veya çıkmamakla imtihan oluyoruz. İmtihanı anlamlı kılan budur. Kulun, Allah'ın ilminin dışına çıkmak veya çıkmamak arasında mütehayyir kalması diye birşey sözkonusu değildir. Zira böyle bir (yarattığını sonradan öğrenen) ilahın yaratması da mümkün değildir. Yaratış için ilim-irade-kudret üçlüsünün üçü de lazımdır. Lazım olan yalnızca kudret değildir.
Fakat şu vardır: İnsan sonradan öğrenir. Ve insanın bu sonradan öğrenme kusurundan dolayı imtihan sürecinin şahidi olması elzemdir. Rahman, kullarını, süreçlerinin şahidi olmakla da mükafatlandırmıştır. Yaratılışın esma-i ilahiye bakan binbir hikmetinden başka, bu hikmetin altını mutlaka çizmeliyiz. Sınırlı olan öğrenir. Öğrendikçe fıtratı tatmin olur. Öğrenen de şahit olmak zorundadır. Biz de dünya imtihanında 'kalubela' sözümüzün şahidi oluruz. İlmelyakin bildiğimizi hakkalyakin öğreniriz.
Ve gün gelip hakettiğimiz yere gittiğimizde Cenab-ı Hakka karşı uyduracağımız bahane kalmaz. İsrâ sûresi bize bu sırrı şöyle fısıldar: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz." Sen de, emrin dışına çıkış sürecinin bizzat şahidi olmadıkça, Allah, Ezelî ilmiyle cezalandırmaz seni. Yargı sürecinin detaylarına vakıf olmadan, mahkemesiz-delilsiz, zindana atmaz.
Yani, yaşıyoruz, Allah bizi öğrensin diye değil, biz bizzat bizim ne mal olduğumuzu görelim-öğrenelim diye. Cennete giderken bunun bir fazl u kerem ve cehenneme giderken (Allah korusun) bunun tastamam adalet olduğunu bilelim diye. Ne diyelim: Cenab-ı Hak bize ateşini dokundurmasın. Keremiyle cennetine alsın. Âmin.