“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl/ Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl”[1]
Cenab-ı Hak Rasul-i Ekreme (asm) olan muhabbetiyle kâinatı mayalamış ve bütün mevcudatın arasında cazibe kanunu tesis etmiştir.
“Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir.”[2]
Yukarıdaki paragraftan da anlaşılacağı üzere, kâinatla insan arasında sıkı bir bağ vardır. Kâinat bir ağaç ise, insan da onun meyvesidir. Fâtır-ı Hakîm, kâinatın küçük ama çok kıymetli bir meyvesi olan insanın kalbine, kâinatı istila edecek derecede çok geniş bir muhabbet yerleştirmiştir. Potansiyel halindeki bu muhabbetin işlenmesi, harekete geçirilmesi ve beslenmesi gerekir. Bu yapılmadığı takdirde kalp çürür, bu da insanı ve kâinatı fesada uğratır. Dünyayı ateşe veren ve katliamlar yapan gözü dönmüş, bozuk ve çürük kalpli cani insanlar, muhabbet yerine düşmanlıkla beslendikleri için, ne kendileri huzur bulabiliyorlar ne de başkalarına huzur veriyorlar.
Vedûd ismine mazhar olan bir kısım evliya, "Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir" demişler. Bir kısmı da: "Cenneti istemiyoruz. Bir lem'a-i muhabbet-i İlâhiye ebeden bize kâfidir" demişler.
“İşte şu nihayetsiz kemâlât-ı muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde, Zât-ı Zülcelâlin kendi esmâ ve mahlûkatıyla hâsıl olur. Demek, o daire haricinde tevehhüm olunan kemâlât, kemâlât değildir.”[3]
İnsan kalbindeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini çirkin varlıklara ve lezzetlere, kendi nefsani hevesatına kullanıp putlaştırırsa, hakiki muhabbetten mahrum kalır. İnsanı mesut eden, iyilikler, güzellikler, alakadar olduğu varlıklar ve insanlardır. Her şeyden önce bu nihayetsiz muhabbeti, insana ihsan eden rahmeti, cemali, kemali, ihsanı nihayetsiz Cemîl-i Zülcelaldir. Asıl muhabbet O’na yöneltilmeli, Muhabbetullah makamına erişme yolunda sarf edilmeli. Her şey O’nunla sevilmeye ve muhabbet edilmeye layıktır. Yoksa her şey yük olur, azap olur.
Muhabbeti kendi nefsani arzularına, makam mevki sevdasına, insanlara ve dünyaya hükmetme hayallerine sarf edenlerin, fıtrata aykırı davrandıkları için, manevi hastalıkların esiri oldukları, kendilerinden başka hiçbir kimseyi düşünmedikleri, sevmedikleri ve canavar haline dönüştükleri âşikârdır.
Kendi menfaatleri uğruna, kitleleri ayrıştırarak birbirlerine kırdırdıkları gibi, bomba ve füzeler yağdırarak soy kırımına uğratmaktan da geri durmamaktadırlar.
İnsan olmanın dışında birbirleri ile birçok ortak noktası ve nurani bağları olan milletler de bu ayrıştırmanın ve düşmanlaştırmanın pasif kurbanları olarak vahşete, maalesef seyirci kalmaktadırlar. Bu açgözlü canavarların asla doymayacaklarının ve bir gün sıranın kendilerine de geleceğinin farkında olmayan ve gaflet yoganı altında mışıl mışıl uyuyanlar, çok daha acı bedelleri ödemek zorunda kalacaklardır.
Avrupa’nın müsbet kısmı uyandı da İslam milletleri hâlâ uyanamadı. Bu derin gaflet hiç da hayra alamet görünmüyor.
Peygamber Efendimiz (asm); “İman etmedikçe cennete giremezsiniz ve birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılamazsınız.”[4] buyuruyor. Bu hükme göre, Müslümanların çoğunun imanları, muhabbet yoksunluğu sebebiyle tehlikeye düşmektedir.
İman, muhabbetin en birinci sebebi, aynı zamanda çok kuvvetli bir bağ ve çok sağlam, manevi bir kaledir. İman kardeşliği vasıtasıyla bütün Müslümanların bu nurani bağa sarılmaları ve bu manevi kaleye sığınmaları mecburidir. Aksi halde ve görüldüğü üzere, hem dünyada, hem de ahirette zelil duruma düşmek muhakkaktır.
Çerden çöpten ve küçük taşlar hükmündeki basit sebeplerden dolayı, bir müminin mümin kardeşine karşı muhabbetini esirgemesi, düşmanlık etmesi, kuyusunu kazması, dost görünümlü harici düşmanlara çanak tutması, asla yakışık alan bir davranış eğildir. Mümin kendisine yakışanı yapmaktan geri durmamalıdır.
Cenab-ı Hak (C.C.); Müminler ancak kardeştir”[5] buyuruyor. Yani müminleri birbirine kardeş yapan Allah’tır. Bu emri askıya alanlar ve görmezden gelenler, Allah’ın gazabını celbettikleri gibi, koruması altından da çıkarak gözü dönmüş çakal sürüleriyle uğraşmak zorunda kalmaktadırlar.
Mümin, kardeşini sevmeli, ufak tefek hata ve kusurlarını affetmeli, fenalıkları için de ona acımalı, düzelmesi için çalışmalıdır.
Müslüman, husumete ayıracak vakti olmayan, muhabbet fedaisi, şefkat kahramanı, merhamet abidesi, adaletli ve dosdoğru olmamalıdır.
Avrupa zalimleri ile Asya münafıklarına aldanarak ayrılığa düşülmemelidir.
Muhabbetle birbirlerinin iyiliği ve saadeti için çalışan milletleri asla kimse yıkamaz ve zarar veremez.
Bir mümin, mümin kardeşini Allah için severse, topluma barış, huzur ve güven gelir. Başka toplumlara da iyi bir misal olur.
Maalesef bu gün Müslümanlar ırkçılık ve şahsi menfaat gibi gereksiz sebeplerle ihtilafa düşmüşler, cesaretleri kırılmış ve bütün kuvvetleri de ellerinden gitmiştir.
Halbuki sosyal hayatın saadetini temin eden muhabbettir. Birlikte ve muhabbetle yaşamanın nimetlerine tarihte çok şahit olduk.
İslamın şanına yakışır bir hayat sürmek her zaman mümkündür. Ancak bu tembellikle olmaz. Gayret ister, emek ister.
Kâinatın da hak dinin de insanın da mayasında muhabbet vardır. Tertemiz dünyaya gelen insan, muhabbetle karşılanır, şefkat ve merhametle beslenir.
İslam dini, kâinatın ve Yaratıcının tercümanıdır. Üçü de insana muhabbeti emreder.
İnsanın kalbi imanla muhafaza edilir. İman yoksa, nefsani arzular istila eder. Bu da muhabbeti, şefkati ve merhameti kalpten söker atar.
Bugün dünya milletleri imansızlık ve muhabbetsizlik buhranı geçiriyor. İmansızlığın başlarına açtığı musibet, bela ve vahşetleri yaşıyorlar. Tek çare, imanın verdiği muhabbete ve kardeşliğe müfritane sarılmaktır.
Netice-i kelam:
“İman insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.”[6]