Cenab-ı Hak insanı, en şerefli bir varlık olarak yaratmıştır. Kur’an-ı Kerimi incelediğimizde en çok üzerinde durulan varlığın insan olduğunu görürüz. Kur’an’ın hemen her konusu dönüp dolaşıp insanda düğümlenmektedir. Bu da insanın kâinattaki yerini ve önemini göstermektedir. Böylece tüm varlıkların insanla bir anlam ve değer kazandıklarını öğreniyoruz. Ve yine Kur’anda kâinatın ve içindeki tüm varlıkların, insan için yaratıldığını ve insan merkezli olduğunu görüyoruz. Nasıl ki okullar yapılırken öğrenci baz alınarak yapılır, öğrenciyle bir anlam kazanır ve öğrenciyle şenlenir. Kâinat da insan baz alınarak yaratılmış, insanla anlam kazanmış ve neticede insanla şenlenmiştir.
Çünkü “kâinatın merkezi, medarı, odak noktası ve zîşuur meyvesi insandır. Yani, nasıl ki kâinat sırr-ı kayyumiyetle kaimdir; öyle de, ism-i Kayyûmun mazhar-ı ekmeli (en mükemmel mazharı) olan insan ile bir cihette kâinat kıyam bulur, ayakta duruyor. Yani, kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyûmiyet (kayyumiyet cilvesi), kâinata bir direktir. Hayy ve Kayyûm olan Allah, bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış denilebilir. Çünkü insan, câmiiyet-i tâmme (mahiyetinde İlâhî isimlerin mükemmel bir şekilde toplanması). ile bütün esmâ-i İlâhiyeyi anlar, zevk eder. Hususan rızıktaki zevk cihetiyle pek çok Esmâ-i Hüsnâyı (ilahi isimleri) anlar. Hâlbuki melâikeler onları o zevkle bilemezler. Çünkü Cenab-ı Hak onlara o özelliği vermemiştir.
İşte bu noktadan bakıldığında;“Hay ve Kayyum olan yüce Allah, insanı bütün kâinata bir merkez yapmış ve insana kâinat kadar geniş bir sofra-i nimet açmış ve kâinatı emrine vermiş. Kâinattaki bütün envâ-ı nimetini insanla tanzim etmiş ve düzenlemiştir. İnsanın menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim etmiş (dizmiş, düzenlemiş) ve nimetlerin iplerinin uçlarını da insanın başına bağlamış ve rahmet hazinelerinin bütün çeşitlerine insanı bir liste bir fihriste yapmıştır.”[1]
Kur’anda insanın, ilâhî yaratılıştan en çok pay alan ve ilâhî sıfatların kendisinde en çok tecelli ettiği bir varlık olarak nitelendirilmektedir. Çünkü “İnsan, Cenab-ı Hakkın isimlerinin sınırsız tecellilerine bir ayinedir. Bu sebeple insana, sınırsız kabiliyet ve duygular verilmiştir.”[2] Allah, bu yönüyle insanın değerini ve diğer varlıklardan farkını ortaya koymaktadır. Bu özel konumundan dolayı Kur’an’ın birçok yerinde insanın yaratılışına dair ayetlerin geçtiğini görürüz.[3]
Kur’an-ı Kerimde; “Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi.”[4] ifade buyrulması, insanın aldığı bu ağır sorumlulukla kâinattaki yeri ve önemi vurgulanmaktadır.
Cenâb-ı Hakkın Kur’an-ı Kerimde çokça önem verdiği insanı aynı zamanda çok zengin duyu ve duygularla da donatmış. Kâinatın pek çok nevilerine muhtaç ve onlarla alâkadardır. İhtiyaçları âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak (çok istekli) olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek ve firâk-ı ebedîden (ebedi ayrılıktan) kurtulmak için, koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acaip olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticaya (sığınmaya) muhtaçtır.[5]
Cenâb-ı Hak, şu küçücük insan vücudunu o kadar çok duyu ve duygularla, o derece farklı organlarla ve çeşitli ince duygularla ve maneviyatla donatmış ve süslemiş ki, tâ sınırsız nimetlerinin çeşitlerini, rahmetinin derecelerini insana hissettirsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ bin bir isiminin sınırsız tecellilerini insana bildirsin, tarttırsın, sevdirsin.[6]
Yüce Allah; insanı, diğer varlıklardan şerefli ve üstün yaratmasının bir başka sebebi; bütün isimleriyle, kendini insana sevdirmesi ve insanların da kendisini sevmelerini istemesidir. Yanlış anlaşılmasın, kendisinin sevilmesini istemesi, hâşâ! İnsanın sevgisine olan ihtiyacından değildir. İnsanın Ona olan ihtiyacından gelen bir sevgidir. Çünkü Cenab-ı Hakkın hiç kimsenin sevgisine ihtiyacı yoktur. “O lizatihi mahbubtur," yani onun sevgisi kendi zatına aittir. Öyleyse, kendisi tarafından sevilen ve sevgilisi olan insana fıtri bir adaveti (düşmanlığı) verip derinden derine kendinden küstürmeyecektir. Ve fıtraten yani yaratılış itibarıyla en ziyade sevimli ve sevmek için yarattığı en müstesna mahlûku olan insanın fıtratına bütün bütün zıt olarak gizli bir adaveti (düşmanlığı), ruhuna yüklemeyecektir.
O halde kâfirin Allah'a düşman olmasının sebebi nedir?
İnsan yaratılış itibarıyla ebedî hayata elverişli olarak yaratıldığı için, ebedi hayatın eline geçmeme korkusundan kaynaklanmaktadır. "Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemal-i sermedîye yani yaratılışındaki daimi güzelliğe karşı olan esaslı muhabbet, düşmanlığa dönüşür. Meşhur sözlerdendir ki, bir dünya güzeli, bir zaman kendine âşık olmuş sıradan bir adamı huzurundan kovar. O adam kendine teselli vermek için, "Tuh, ne kadar çirkindir!" der, o güzelin güzelliğini inkâr eder. Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asmasının altına girer, üzümleri yemek ister. Koparmaya eli yetişmez, asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için, "Ekşidir" diyerek gümler (kaybolur) gider.[7]
Çünkü “İnsan bilmediği ve yetişemediği şeye düşmandır.” İnsanın elde edemediği, tutamadığı ve ulaşamadığı bir şeye hissen ve ruhen düşman olması yaratılışından gelen bir özelliğidir. Karacaoğlan’ın “Ben güzele güzel demem / Güzel benim olmayınca ”mısraları " insanın bu yaratılışındaki özelliğine işaret etmektedir. Eğer Allah, insanı ebedi yokluğa mahkûm etse idi, sonsuzluğa müştak olan ebediyet duygusunu teskin etmek için, Allah’ın sonsuz cemal ve kemalini inkâr ederek, düşman olma hakkı olabilirdi. Böyle bir şeyin olması mümkün olmayacağına göre, o halde insanın Allah’a düşman olmaya hiç bir hakkı yoktur.
“Kâfirler, ahirete inanmadıkları için, dünyada mazhar oldukları güzellikleri ve mükemmellikleri sonsuza dek kaybedecekleri korkusuyla hırçınlaşıp, düşman vaziyetini alıyorlar. Çünkü insan, sevdiği ve takdir ettiği ve daimi bir güzellikten ayrılmaktan gelen derin yarasını; ancak ona düşmanlık etmekle, ondan küsmekle veya onu inkâr etmekle teskin ve tedavi edebilir. İşte kâfirlerin Allah'a düşman olmaları, bu noktadan ileri geliyor.[8]
İnsandaki ebedi yaşama ve sevme duygusu, sonsuz güzelliğe sahip olan Allah’ı sevmek için verilmiştir. Onun için fıtratındaki gayet şiddetli bekà arzunu onunla tatmin edebilir ve sınırsız mânevî yaralarını onunla tedavi edebilir. Şayet insan, dirilmemek üzere ölseydi, bu sonsuz yaşama ve sevme duygusu, insanda kapanmayacak manevi yaralar açacaktı. Bu yaranın verdiği elemi gidermenin tek çaresi ise, ebedi yaşama duygusunu veren Allah’a düşman olmakla son bulacaktı. Ayının sevip de yetişemediği üzüme ekşidir diyerek gümleyip gitmesi gibi olacaktı!..
O Cemal-i Ezelî, yani başlangıcı ve sonu olmayan sonsuz güzellik sahibi olan Allah, kendisinin âyine-i müştakı (müştak aynası) olan insan ile ebed-ül âbâd yani sonsuzluklar ülkesi yolunda, seyahatinde beraber bulunmak için, alâküllihal (ister istemez) bir dâr-ı bekada (ebedi bir âlemde) bir hayat-ı bâkiyeye (ebedi bir hayata) insanı mazhar edecektir."[9]
Çünkü insanın “öyle arzuları ve matlapları (istekleri) var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Ve ebedi kalmaktan başka hiçbir şeye razı olmuyor.”
Yeri gelmişken bu konuyla ilgili Bediüzzaman hazretleri; ”Bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini veya gitmesini mi istersin? Yoksa bâki (sonu olmayan) fakat âdi (basit sıradan) ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?" dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden "Ah!" çekti. "Cehennem de olsa bekà (ebedi kalmak) isterim" dedi.” İşte, madem mahiyet-i insaniyenin bir hizmetkârı olan kuvve-i hayaliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor; elbette gayet câmi' mahiyet-i insaniye, yani çok kapsamlı olan insanın mahiyeti, içyüzü, ebediyetle fıtraten alâkadardır.
Ahirete iman; Öyle “bir medar-ı saadet ve lezzet, bir medar-ı istimdat, bir merci ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı tesellî olduğu öyle bir meyve ve faidedir ki, (insan), onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse yine ucuzdur.” Cenab-ı Hak insana “öyle arzuları ve matlapları (sitekler) vermiş ki, onları ebedî saadetten başka hiçbir şey tatmin etmiyor.“[10]
Cenab-ı Hakkın insanın fıtratına ebedi yaşama duygusunu koymasının hikmeti; bu duygunun, ahiret inancıyla tatmin ve teskin edilmesidir. Aksi halde dünya meyusâne, ümid kesik, karamsar bir zindan ve hayat işkenceli bir azap olurdu. İnsan bu manevi işkencenin vermiş olduğu korku psikolojiliyle nasıl yaşayacaktı!..
İşte, bu ebedi kalamama ve yaşayamama korkusu, insana “ayının üzüm asmasındaki üzüme yetişemeyince ekşidir” veya “âşık maşukuna ulaşamayınca çirkindir” deme psikolojisini yaşatırdı!.. Kâfirlerin, Allah’ı ve ahireti inkâr etmeleri ve Allah’a düşman olmaları, inkârın vermiş olduğu bu korku psikolojisinden ileri gelmektedir. Kâfirler, ahiret hayatına inanmadıkları için bu dünyada yaşadıkları güzellikleri ve mükemmellikleri ebedi kaybetmek düşüncesinden Allah’a düşman oluyorlar. Bu ruh hallerini, Allah’ın ahreti yaratmama ve onun sonsuz güzelliğine kavuşamama korkusuyla düşman oluyorlar. Kâfirlerin bu ruh hali ise Allah’ı ve ahrete inanmadklarından kaynaklanıyor. Allah’a olan düşmanlıklarıysa, yine öldükten sonra dirilmemek üzere tamamen yok olma düşüncesinden ileri gelmektedir.
Hâlbuki öyle bir Rahmân, öyle bir âlemde, öyle has ibâdına, kullarına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutur (insanlığın kalbine doğmuş) etmiştir. Âmennâ!
İnsan, fıtraten baki bir cemali görmeye ve sevmeye istekli olarak yaratılmış bir varlıktır. Bu her insana yaratılıştan verilmiş bir duygudur. İşte kâfir, yaratıcısını inkâr etmekle o duygunun önüne engel koymuş oluyor. “Hâlbuki bâkî, ebedi bir cemal sahibi, geçici bir müştaka razı olamaz. Çünkü ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve Bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir.” Kâfir, ebedi ve sadık dostu olan Allah’ı inkâr etmekle Onun sonsuz cemaline ve güzelliğine yetişememe korkusundan Allah'a düşman oluyor. Çünkü insan, bilmediği ve yetişemediği şeyden duyduğu hüzün ve elemini teskin etmek için, ona olan gizli düşmanlığını, onda kusur bularak gidermeye çalışır.
İnsanlar fıtraten Hâlıkını (yaratıcısını) pek ciddî severler ve Hâlıkları (yaratıcıları) da onları hem sever, hem kendini onlara her vesile ile sevdirir. Ve insanın istidadı (kabiliyetleri) ve cihazat-ı mâneviyesi, (manevi duguları) başka bâki bir âlem ve ebedî bir hayat için yaratılmıştır. Ve insanın kalbi ve şuuru, bütün kuvvetiyle bekà (sonsuza dek yaşamak) istiyor, lisanı, hadsiz dualarıyla bekà için Hâlıkına yalvarıyor. Elbette ve herhalde, o çok seven ve sevilen zat, bu kadar sevdiği insanları diriltmemek üzere öldürmez. Ebedî bir muhabbet için yaratmış olduğu insanı, ebedi bir düşmanlıkla gücendirmez. Belki, başka ebedî bir âlemde mes'ud bir şekilde yaşaması için, bu dünyada çalışamak ve onu kazan-mak için gönderilmiştir.
Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru yani Allah’ın şuurlu ayinesi olan insan bâki (ebedi) olmak lâzım gelir.[11]
[1] Nursi, Lem’alar, İstanbul, Söz Basım Yayın (s: 632-633)
[2] Nursi, Mektubat, İstanbul, Söz Basım Yayın (s:464)
[3] Bakara 2/31, 34.
[4] Ahzâb Suresi, Ayet. 72
[5] Nursi, Sözler, İstanbul, Söz Basım Yayın (s:428)
[6] Nursi, Sözler, İstanbul, Söz Basım Yayın (s:881)
[7] Nursi, Sözler, İstanbul, Söz Basım Yayın (s:107)
[8] Nursi, Lem’alar, İstanbul, Söz Basım Yayın (s:637)
[9] Nursi, Lem’alar, İstanbul, Söz Basım Yayın (s:638)
[10] Nursi, Şuâlar, İstanbul, Söz Basım Yayın (s: 294)
[11] Nursi, Şualar, İstanbul, Söz Basım Yayın (s: 86)