Hep ciddi konular mı konuşacağız; bir kahve alsak da otursak bir kenara, naif bakışlarla baksak etrafa; kırmızı toprak üstünde sarı yapraklara öylecene dalsak...
Ilık günün ılık ışıkları gibi yürüsek sokaklarda; görünmeden fark edilmeden bir gölge gibi.
Ilık kahveyi yudumlarken geçmişi anla beraber yaşasak; toprağa bakar gibi ayak uçlarını bakar keyfiyet ve keyifle...!
Kime ne?
Vitrinler değil gökyüzünü görsek, ayaklarımız üstünde yürüsek; kahve, kitap ve eşliğinde ve de zeytin ağaçları!
Kim ne der?
Şehir silik, insan sanal; kahve ne tat verir? Ürkek kedi koşuşturmaları ne hatırlatır?
Banka otursak da hangi kitabı okusak? Aklımızı işletse, kalbimizi coştursa, hissiyatımızı harekete getirse!
İyisi biraz sonra yürümek, yine yürümek; tarihe, tabiata ve kendi tabiatına bakarak.
Kusur mu arıyorsun çok, noksanlık mı arıyorsun çok, acz aciz değil bunlardan! İster yere bak, ister göğe, ister ayak uçlarına, ister avuç içlerine; farklı bir şey söyleyen olmaz.
Bu ne kibir, bu ne rütbe budalalığı, bu zevk esareti?
Hani ciddi olmayacak, sade kahve içecekti sadece!
Üçü bir arada içseydik belki olurdu, zihni sentetikleştiren kitaplar okusaydık, zaman sulara tamamen kapılsaydık evet olurdu!
Galiba aralarda geziyoruz; ara nağmelerde savruluyoruz.
Kim bundan uzak?
Şükür ki eşikteyiz, umut ki eşiği geçeriz, korku ki eşikten geri gidebiliriz.
Gri günlerde gülümsüyoruz; kahve eşliğinde, kedi refakatinde, zeytin hikmetinde.
Yürümekten kim yorulmuş! Yolun sonu yoksa başka çare var mı?