İnsan ve kainat… Biri ağaca diğeri meyveye benzetiliyor. Bu ağaçla meyvesi arasındaki yakın ilgiler Nur Külliyatı’nda değişik yönleriyle sıkça nazara veriliyor. Üstad’ın, “Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz.”(Lem’alar) şeklindeki orijinal tespitinde, toplum hayatında açılacak bir çığırın kâinattaki fıtrat kanunlarına mutlaka uyması gerektiği önemle vurgulanıyor.
Bu uyum çok yönlüdür. Bunlardan birkaçına daha kısaca temas edelim: İnsanın yaratılışında, bir şeyin neye yaradığını, görevinin ne olduğunu araştırma isteği vardır. Bu isteğin kaynağı, kâinattaki her varlığın mutlaka hikmetle yaratıldığı, Allah’ın hiçbir nesneyi faydasız ve başıboş bırakmadığı gerçeğidir. Kâinatı bir an için bir tarafa bırakıp kendimize dönelim. Saçımız neye yarar, niçin yaratılmıştır? Bu sorunun cevabı açıktır. Kaşımız, gözümüz, elimiz ayağımız için de aynı soruları sorar ve cevaplarını buluruz. İç organlarımız, his dünyamız, akıl ve hafızamız için de durum aynıdır. Gel gör ki, her organın, her duygunun ve her hissin neye yaradığını bilen insan bütün bunlara sahip olan kendi varlığı için aynı soruyu sormakta nedense cimri davranır.
Rahmetli Necip Fazıl, hayalindeki ideal gencin vasıflarını ortaya koyarken şu mısralara yer verir: Yerleştirse başını iki diz kapağına / Soruverse, ben kimim ve bu hal neyin nesi? / Yetiş, yetiş, ey sonsuz varlık muhasebesi! Bunlar aslında her insanın kendine sorması ve cevabını bulmadıkça rahat edememesi gereken sorular. “Ben neyim? Bu âlemdeki fonksiyonum nedir? Sadece bu alem için mi yaratılmışım?” soruları nefsin ve hevesin de baskılarıyla çoğu kimsenin gündemine hiç girmez bile. İşte böyle umursamaz ve vurdumduymaz bir adam yanlış yoldadır, kâinattaki “hikmet kanununa” karşı isyan halindedir. Bu isyanın sonucu, ömür sermayesini zayi etmesi, hayatını meyvesiz bırakması, bununla da kalmayıp kendisine ebedî saadet kapısını kapamasıdır.
İnsanı gerçekten seviyorsak ona “neci olduğunu” çok iyi anlatmamız gerekir. Aksi halde düşünmeden yaşamayı bir felsefe olarak benimser ve bu dünyada Yunus’un dediği gibi birazda o “oyalanır” ve bir şey elde edemeden göçüp gider. “Mal da yalan, mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan.” Oyalanmak denilince akla hemen oyuncakla oyalanan çocuklar gelir. Oyuncağı kırılan bir çocuk hemen feryadı basar ve yüksek tondan ağlamayı tutturur: Oyuncağımı kim kırdı? diye. Henüz düşünme fonksiyonları yeterince gelişmemiş bu yavru, elindeki oyuncağı kimin yaptığını hiç mi hiç düşünmez. Onun için önemli olan oyuncağın varlığıdır, onu kimin yaptığı değil. Biraz büyüdü mü, oyalandığı oyuncağı da bir derece değişir, bu defa oyuncağını üreten firmaları tanır, aralarındaki kalite ve fiyat farklarını düşünür hale gelir. Bu bir gelişmedir ama sonuç yine değişmemiştir, o halâ oyunla oyalanmaktadır.
Bu yanlış gidişe “Dur!” denilmezse, insan bir ömür boyu oyalanır durur; bazen makamla, bazen servetle, bazen de şöhretle kendini avutur. Oyuncak arabasını eliyle süren çocukla, son model otomobiliyle işine giden kişi arasında olması gereken en önemli fark şudur: Bu ikincisi, arabasını yapan firmaya duyduğu hayranlığın çok daha fazlasını kendisini yapan ve insan olarak terbiye eden Rabbine karşı göstermek durumundadır. “Çocuk, oyuncağını, kimin yaptığını düşünmeden kullanır” dedik; bu adam da öyle yaparsa, gözünü, kulağını, elini, ayağını kimin yarattığını düşünmeden yaşarsa o da çocuklaşmış olur. Bu vartaya düşmeyip, kendisini ve çevresindeki varlıkları hayret, tefekkür ve şükür ile temaşa eden kişinin dünyaya çalışması, artık, bir oyalanma değildir. O bahtiyar kul, dünyayı ahiretin tarlası bilir ve dünyasına bu şuurla çalışır.
Bir yandan kasası dolarken, öbür yandan sevap hanesi kabardıkça kabarır. Verdiği sadakalar, yaptığı hayırlı işler gibi, geçimine vesile olduğu kişiler de onun için ayrı bir sevap makinesi olurlar. Kendi aile fertlerinin ihtiyaçları için yaptığı bütün harcamalar da sadaka olarak onun amel defterine kaydedilir. Hayatını böylece değerlendiren bir kişi elbette dinlenmeye ve eğlenmeye de talip olabilir. Bu yol kapalı değildir, ama sınırlıdır.
Bu sınırların biri “helal dairesinde kalmak”, diğeri de “israfa girmemektir.” Her şeyde ve her hadisede geçerli olan hikmet kanununu, ömrün harcanmasında da esas kabul etmemiz gerekiyor. Bu ömür, hikmetle ve en verimli şekilde harcanmalıdır. En büyük israf zaman israfıdır, ömür israfıdır. İnsanımızı gerçekten seviyorsak, ona planlı yaşamayı öğretmeliyiz. Bu dünyada yaşadığına göre dünyaya, ahiret yolcusu olduğu için de ahirete sistemli bir şekilde zaman ayırmasını sağlamalıyız. Bedenindeki her hücrenin aralıksız faaliyet gösterdiğini, güneşin durmadan ışık saçtığını, dünyanın fasılasız döndüğünü ona hatırlatmalı ve bu çalışkan alemde onun miskince oturamayacağını vicdanının ta derinliklerine yerleştirmeliyiz. Sele kapılanları kurtarma çabaları elbette takdire şayan bir insanlık hizmetidir. Boşuna uçup giden zamanları, bir hiç uğruna tüketilen ömürleri kurtarma gayretleri de en az birinci kadar önemli ve en az onun kadar tebrike layıktır. İnsanlara ömür sermayelerini en güzel ve en faydalı şekilde harcamalarını öğretenler, bence en ileri düzeyde hümanisttirler; isterse isimleri bir başka türlü anılsın.
İnsanların büyük çoğunluğu ömürlerini verimsiz alanlarda tükettikleri içindir ki, İlahi fermanda, “dünya hayatının bir oyun ve eğlence, ahiretin ise daha hayırlı ve baki” olduğu haber verilir. Burada, bazılarınca yanlış değerlenen bir noktaya da kısaca değinmek isterim: Dünyayı kötüleyen bazı hadis-i şerifleri yanlış yorumlayan kişilere karşı Üstad Bediüzzaman, dünyayı üç yönüyle ele alır ve bunlardan ikisinin sevilmeye layık olduğunu güzelce ortaya koyar. Dünyanın sevilecek iki yüzü, “Allah’ın isimlerine ayna olma” ve “ahirete tarla olma” yüzleridir. Üçüncü yüz ise nefsin hazlarına bakan “oyun ve eğlence” yüzüdür. İşte dünyayı kötüleyen hadis-i şerifler bu üçüncü yüz için söylenmiştir. Bir başka fıtrat kanunu: Kendine verilen görevi en mükemmel şekilde yapmak, başkalarıyla uğraşmamak, hasetten, kıskançlıktan uzak durmak, kaderine tam rıza ve teslimiyet üzere bulunmak.
Bu hakikate bir Kur’an örneği: “Ne güneşe, aya çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçer. Her biri bir felekte yüzerler.” (Yasin, 40) Gökyüzünde güneşle ay, yer küresinde de geceyle gündüz bir çatışma ve kavga içinde değiller; her biri kendisine verilen görevi en güzel şekilde yerine getirirler. Bu fıtrat kanunu, bütün mahlukat için de aynen geçerlidir. Bitkiler aleminde kavakla söğüdün, elma ağacıyla çamın bir kavgaları olmadığı gibi, hayvanlar aleminde de her hayvan kendi yaratılışından memnun olarak görevini yapar, bir başka hayvanla boy ölçüşmeye kalkışmaz; onu kıskanmaz, ona haset etmez. İnsanlık aleminde durum biraz farklıdır. İnsana cüz’i irade verildiği için, insan en güzeli ve en mükemmeli seçme durumundadır. Bunun için gerekli gayreti gösterir, ancak sonuçta kendisine takdir edilmiş olan servet, mevki ve makam ne ise artık onunla ünsiyet eder, başkalarıyla fazla uğraşmaz.
Bir öğretim görevlisiyle bir teğmen ayrı feleklerde yüzerler, ayrı hedefleri vardır; onun için birbirlerini meşgul etmezler; her biri kendi hedefine doğru yol almaya çalışır. Bu fıtrat kanunundan sapma gösteren, herkesi kıskanan, toplum hayatında kendisine düşen paya isyan eden, dolayısıyla onu da hakkıyla yerine getiremeyen insanlar, isyan ettikleri bu kanunun cezasını çekerler; yüzleri bir türlü gülmez, iç alemlerindeki fırtına bir türlü dinmez, hayat onlar için bir işkence haline gelir. Ayet-i kerimenin ders verdiği “ihtisaslaşma ve kendi görevini yaparken başkalarıyla çatışmama” dersi, İslam’a farklı şekillerde hizmet eden kişi yahut cemaatler için de geçerlidir. Her biri kendi feleğinde yüzmeli, yörüngesinden sapmamalıdır. Saptığı taktirde kendisi de zarar eder, çatıştığı rakibi de. İkisi de yörüngesini kaybeden gezegenlere dönerler ve artık isimleri gezegen olmaz, çünkü onlar gezmeyi terk etmiş, düşmeye başlamışlardır.
Bir başka fıtrat kanunu, her kemali bir zevalin takip etmesidir. Bu kanuna uyan kişiler kemale ermek için gayret gösterirler, ama bunun sonunda zevalin geleceğini de peşinen bildiklerinden zeval safhasında fazla müteessir olmazlar; ihtiyarlığı, emekliliği, hastalığı zevalin birer alameti olarak görür, hayatın her safhasını kendi şartları içinde değerlendirir ve ondan ahiretleri namına fayda sağlamaya çalışırlar. Sıhhatliyken çalışarak elde ettikleri sevabı, hastalıklarında sabırla elde ederler. İnsan dağa çıkarken başını her kaldırdığında gözleri gökyüzüyle karşılaşır, dağın zirvesine çıktığında güneşle ve semayla sanki el ele ve iç içedir Aşağı doğru inişe geçtiğinde, gözleri artık semanın derinliklerine değil dağın eteğine takılır.
Lezzetleri acılaştıran ölümü çok anmamızı tavsiye eden Allah Resulü (asm.), ölümle zevale eren ömrümüzün yeni bir kemale doğru yol alacağını ve o kemal için burada çok çalışmamız gerektiğini bize öğüt verirler. Bu hadis-i şerifin verdiği ders, ahiret imanıyla yakından ilgilidir. Ölüm ötesinde ebedî bir hayat olduğuna iman eden kişi o ebediyet yurdunun daimî saadetini kaybetmemek için dünyanın fani, gereksiz ve zararlı meşgalelerine kendini kaptırmaz; dünyası yanında ahiretini de mamur etmeye çalışır. Ben bu hadis-i şerifi düşünürken hayalimde şöyle bir sahne canlanır: Oyun ve eğlenceye dalıp dersini ihmal eden bir öğrenciye şefkatli babası şöyle öğüt verir: “Derslerine çalışmadığın taktirde okuldan atılacağını, işsiz kalıp perişan olacağını çokça hatırla! Tâ ki, oyundan aldığın geçici lezzetler acılaşsın ve sen ders çalışmayı eğlenceye tercih edebilesin.”