Araştırmacı-Yazar Ümit Şimşek'le yapılan röportaj:
Müslümanların bugün kâinat ve yaratılış âyetleri noktasında geçmiş birkaç yüzyıla göre daha sağlıklı bir bakış açısına kavuştuğunu düşünüyor musunuz? Bunda kimlerin katkısı oldu?
Kâinat kitabını okuma konusu, Müslümanların gündemine, büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî’nin sayesinde girmiş bulunuyor. Onun Risale-i Nur Külliyatı halinde tedvin ettiği iman dersleri, imanı yaşanan bir hayat haline getiren eserlerdir. Bu derslerin daha ilk satırlarından itibaren, insan, kendisini bir iman atmosferinde teneffüs ederken bulur. Artık o âşinâ bir ülkededir; nereye baksa, nereye adımını atsa, bir dost yüzüyle, bir ahbap iziyle karşılaşır. Ayrıca, onun dünyası bugünün gökdelenleri arasında sıkışmış, teknolojinin gürültüsüne boğulmuş bir dünya da değildir. Burada genişlik vardır, büyüklük vardır, sonsuzluk vardır: hem mekân, hem de zaman itibarıyla. İmanın yaşanması için bu son derece önemlidir. Çünkü insan ancak böylelikle hayatı gerçek boyutlarıyla görmek imkânına kavuşur. Bu boyutlar içinde ise, göz açıp kapayıncaya kadar geçiveren bir ömürde olup bitenler ve kâinatta bir toz zerresi bile etmeyen bir gezegen üzerinde kopan fırtınalar insanı fazla etkilemez. Aksi takdirde, teorik düzeyde insan ne kadar sağlıklı bir imana sahip olursa olsun, bunun eserini şu dünya hayatının her aşamasında göstermesi pek zordur.
Risale-i Nur, bu iman inkılâbını, doğrudan doğruya Kur’ân’a yönelmek suretiyle gerçekleştirmiştir. Çünkü onun bakışı, Kur’ân’ın gösterdiği yerden bir bakıştır. Kur’ân da baştan sona kadar bizi bir parçası olduğumuz kâinatı incelemeye çağıran âyetlerle doludur. Hattâ, göklerdeki ve yerdeki varlıkları “âyet” olarak niteleyen, bizzat Kur’ân’ın kendisidir. (Bk. 12:105; 21:32.) Fakat bu âyetlerin Müslümanlarca tekrar okunmaya başlaması için yüzyılların geçmesi ve bir Bediüzzaman’ın gelmesi gerekmiştir.
Özellikle 80’li yıllardan sonra Said Nursi hazretlerinin açtığı yolda önemli çalışmalar oldu. Âdeta onun çizdiği teori hayata geçirildi. Bu dönemde özellikle sizin çalışmalarınız (ilim teknik serisi, kitaplar, belgeseller..) öne çıkmıştı. Bize biraz o dönemden bahseder misiniz? Nasıl bir psikoloji hâkimdi?
Özellikle İlim ve Teknik Serisine bu konuda büyük bir hizmet nasip oldu. Bu serinin başlıca özellikleri, (1) önemli bilim dallarına veya bilim konularına ait temel bilgileri sistematik bir şekilde vermesi, (2) bunu bir mü’minin bakış açısıyla yapması ve “Kim?” sorusunu ihmal etmemesi, (3) kitapların gerek üslûp ve içerik, gerekse biçim yönüyle albenili bir şekilde yayınlanması idi. Böylece, okuyucu, 100 sayfa civarında bir cep kitabını bitirdiği zaman, o konuda referans alabileceği sağlıklı bir altyapı kazanmış oluyordu. Bu da, her türlü çarpıtma ve saptırma teşebbüslerine karşı okuyucuya bir bilinç aşılıyordu.
Daha ilk kitabından itibaren seri büyük bir ilgiyle karşılandı. Bir süre sonra da rahmetli Ayhan Songar ve Halûk Nurbaki gibi büyük isimlere ait eserler de seri içinde yer almaya başladı. Bir yandan delillerin, diğer yandan da sunumun güçlü oluşu, büyük bir değişimin gerçekleşmesinde etkili oldu. O güne kadar tümüyle materyalist bir bakış açısının tekelinde bulunan bilim konuları artık insanları dinden uzaklaştırmak bir yana dursun, kendi başına birer Tevhid delili olarak ele alınıyordu. Hattâ, bazı konular, daha materyalist zihniyetin çarpıtmasına fırsat bırakmadan, İlim ve Teknik Serisinin eserleriyle gündeme geliyor ve kamuoyu bu konuları bu kitaplardan öğreniyordu. Yıldızların Esrarı ile Big Bang kitapları bunlara verilebilecek örnekler arasındadır.
İhtiyaca cevap verilebildiğini düşünüyor musunuz?
Bu ihtiyaç, bir süre sonra sona erecek bir ihtiyaç değildir. İlim ve Teknik Serisi, o günün şartları içinde bir ihtiyaca cevap verdiği gibi, benzer çalışmaları da tetiklemiştir ki, Zafer dergisi bunların başında geliyor. Harun Yahya’nın çalışmalarının büyük bölümünü de bu arada saymak gerekir. Bu çalışmalar arasında Evrim Teorisiyle ilgili olanlar son derece başarılı çalışmalar olarak büyük bir ihtiyacı karşılamış ve Evrimcileri kelimenin tam anlamıyla köşeye sıkıştırmıştır. Ancak aynı müellifin daha başka alanlara kayan çalışmaları için aynı şeyi söyleyemiyorum. İlim ve Teknik Serisi ise, arkadan gelen arkadaşlar tarafından, maalesef devam ettirilemedi.
Anlıyorum… Bir önceki soruya verdiğiniz cevaptan, kâinatla ilgili bakış açılarının son derece farklılaşabildiği anlaşılıyor. En azından ben öyle anladım. Hatta Müslümanların kâinat algıları bile zaman ve zemine göre değişiklik gösterebiliyor. Özellikle hangi etkiler, Müslümanların kâinatı Kur’ân’ın işaret ettiği şekilde algılayıp yorumlamasına engel oluyor sizce?
Müslümanların kâinatı Kur’ân’ın işaret ettiği şekilde algılamasına engel olan birçok şey var ki, Batı uygarlığının dayattığı bakış açısı bunlardan birisi, belki birincisidir. Ancak bundan başka engellerin bulunduğunu da yabana atmamak gerekir. Meselâ taklit ve tembellik bunlar arasındadır. Kur’ân herşeyden önce bize kâinatı yakından tanımamızı, kâinat kitabının âyetleriyle içli dışlı olmamızı, o âyetlerin sırlarını çözmemizi ders veriyor. Ama bu dersi çıkaran nerede? Enbiyâ Sûresinin 30’uncu âyeti, “Görmedi mi o kâfirler, gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden ayırdık” buyuruyor. Niçin burada kâfirlere atıfta bulunulduğunu düşündünüz mü? Kâinatın ilk yaratılış aşamalarına, yani gökler ile yerin bitişik halde bulunduğu aşamalara dair delilleri elde etmek Müslümanlara değil, Batının materyalist gözlüklü bilim adamlarına nasip olmuştur. Onlar gördükleri halde iman etmemekte diretiyorlar; biz ise iman ettiğimiz halde görmemekte diretiyoruz!
Yine Kur’ân bize Güneşin ve Ayın bir hesapla hareket ettiğinden bahsediyor. Biz ise, bundan yüz sene sonraki Ramazan’ları ve bayramları bile hesaplayabilecek durumda iken bunu bırakıyor, hesaba itibar etmiyor, astronomi hesaplarını hava tahmini gibi birşey zannediyor ve onun yerine rivayetlere dayanmayı dindarlık sayıyoruz. Meraklısına not olarak ilâve edeyim: Kâinat kitabını okumayı gündemimize yerleştiren Bediüzzaman Hazretleri bütün ömrü boyunca bu konuda hesaba ve takvime göre hareket etmiştir.
“Onlar gördükleri halde iman etmemekte diretiyorlar; biz ise iman ettiğimiz halde görmemekte diretiyoruz” dediniz. Burada galiba bilim faaliyetlerinin Batı dünyasının hâkimiyetine girmesinden sonra Müslüman dünyanın epey bir süre tepkisellikle bilime kayıtsız kalmasının da rolü var. Baktığımızda bugün de bilim araştırmalarında Batı dünyasının, özellikle ABD’nin ezici bir hakimiyetinden bahsetmek zorundayız. Burada belki de kritik nokta, onların bulgularının Müslüman okura nasıl aktarılacağı. Sizce bu yapılırken nelere dikkat edilmeli?
Herşeyden önce bilgi ile yorum arasındaki farkı ayırt etmemiz gerekir. Ancak bunu uygulamak, söylemek kadar kolay değildir. Çünkü bilgi ve yorum birbirine iyice karışmış durumdadır. Bilimin işlevini eğer fotoğraf çekercesine bir durumu tespit etmek şeklinde belirlersek, bunun Batı veya Doğu kaynaklı olması birşey değiştirmez. Siz bu bilgiyi alır, istediğiniz açıdan inceler ve yorumlarsınız. Ancak Batının çektiği fotoğraflardan en masum ve en objektif görüneninde bile inceden inceye rötuşların yapıldığına tanık oluyoruz. Meselâ bir canlının iki tane gözünün bulunduğunu belirtirken, bu konuda kullanılabilecek en tarafsız ifadenin, “Bu canlının iki gözü var” şeklinde bir cümle olabileceği düşünülebilir. Burada, canlıya gözü kimin verdiği gibi bir soru dikkate alınmamış, bu konuda bir yorum yapılmamış, yahut yapılabilecek her türlü yorum için kapı açık bırakılmıştır. Fakat Batılı zihniyet böyle nötr ifadelere pek seyrek olarak başvurur. Böyle durumlarda Batılı anlayışın gereği, “gelişmek” veya “evrimleşmek” gibi bir fiili, bazan failsiz, bazan da failli olarak cümlenin bir yerine yamayıvermektir: “Canlının başında iki göz gelişmiştir” veya “Canlı iki göz geliştirmiştir” gibi. Bu tür ifadelerde apaçık bir yorum vardır ve bu yorum, bilginin kendisinden farklı birşeydir. Ancak zamanın egemen anlayışı bize bilgiyi yalın olarak vermez, bu tür bir yorumla birlikte dayatmaya kalkar. İddiaya bakılırsa, dini inançlar işin içine karıştırılmamakta, yahut inançlara karşı tarafsız davranılmaktadır. Oysa işin gerçeği, “Bizim inancımızdan başkasını savunamazsınız” şeklindedir.
Buna karşılık, Kur’ân’ın nuruyla bakan bir mü’minin de elbette ki her türlü bilgiyi telâkki ve yorumlayış tarzı vardır yahut olmalıdır. Risale-i Nur bunu “Siz muallimleri değil fenleri dinleyiniz” cümlesiyle özetlemiştir. Ancak bu ciddî bir iştir; sistemli bir öğrenme faaliyetine, düzenli bilimsel çalışmalara ve alın terine ihtiyaç gösterir.
Çok haklısınız… Bir de son olarak şunu sormak istiyorum. Son yıllarda Batı kaynaklı ortaya atılan big-bang, akıllı tasarım gibi bazı teoriler, Müslüman dünyaya bir yandan Tanrının kesin varlığını ispat ediyormuş iddiasıyla giriyor, bir yandan da hiç yokmuş gibi üstünden atlanıyor. Müdakkik bir Müslüman olarak bu teorilere nasıl yaklaşmalıyız?
Big Bang, dinî mülâhazalarla geliştirilmiş bir teori değildir; ancak kâinatın bir başlangıcının var olduğu sonucunu ortaya çıkardığı için, ister istemez topyekûn bir yaratış düşüncesine meseleyi dayandırmaktadır. Bu teorinin kâinattaki genişleme, fon radyasyonu, kâinatta hidrojen-helyum oranı gibi son derece güçlü delilleri vardır. Birçok Müslüman entellektüelin bu konuya “Bu da nihayet bir teoridir; yarın öbür gün çürütülebilir” yahut “Bilimin tasdikine Kur’ân’ın ihtiyacı yoktur” gibi mülâhazalarla yabancı kaldığını görüyoruz. Oysa Kur’ân bilimin tasdikine muhtaç olmadığı gibi, bizim tasdikimize de muhtaç değildir; bizim Kur’ân’ı tasdik edici ifadelerimiz Kur’ân için eksiklik mi ifade ediyor? Tevhid delilleri ise Big Bang gibi bir teoriden ibaret değildir; onun yerini hangi teori alacak olsa, gerçekten bilimsel dayanaklara sahip olmak şartıyla, yine bu kâinattaki Tevhid delillerini ortaya çıkaracak veya o delillere bir başka açıdan ışık tutacaktır. Nobel ödüllü tek Müslüman bilgin Abdüsselâm’a tarihî buluşunu gerçekleştirme şevkini veren, işte bu inanç olmuştur. Ama Abdüsselâm’lar kolay yetişmiyor. Böyle çileli çalışmalar da maalesef İslâm toplumlarında teşvik görmüyor, hattâ makbul de addedilmiyor.
Akıllı Tasarım adıyla ifade edilen görüşlere gelince: Herşeyden önce burada daha dikkatli bir isim koymaya ihtiyaç vardır. Bu deyim, “Intelligent Design” karşılığı olarak Türkçemize kazandırılmıştır. Ancak bu tamlamadaki her iki kelime de itikad esaslarımız bakımından sakıncalı bir durum ortaya çıkarıyor. Bir defa, bizim inancımızda, Allah’a akıl izafe etmek doğru birşey değildir. Bunun Kur’ân’da ve Sünnette bir dayanağı olmadığı gibi, inanç mezheplerinin hiçbirinde de böyle bir anlayışa rastlanmamıştır. Ancak felsefeciler arasında Allah’a akıl izafe eden çıkmışsa da, bu filozof sözü akaidde delil teşkil etmez. Burada kastedilen anlamı sağlıklı bir şekilde dile getirecek olan bir sözcük varsa, o da “akıl” değil, “hikmet” olmalıdır. “Tasarım” ile kastedilen şeyin de “takdir” olduğu anlaşılıyor. Ancak “takdir”de bir kesinlik vardır ki, “tasarım” bunu ifade edememekte, hattâ tereddüt, deneme-yanılma gibi noksan sıfatları da hatıra getirmektedir. Onun için, bu deyimi, İslâm inançları açısından iyi bir revizyona tâbi tutmak gerekiyor.
“Intelligent Design” ve benzeri teorileri savunanların kullandıkları veriler, hiç kuşkusuz, zengin bir delil kaynağı ortaya koymaktadır. Nihayet bunlar da kâinat kitabından âyetlerdir. Ancak bu âyetleri kavrama ve yorumlamada bir Kur’ân talebesinin elinde, bir Hıristiyan bilim adamına nispetle çok daha geniş imkânlar vardır. Özellikle Risale-i Nur’un Kur’ân ışığında formülleştirdiği yöntemler, bu konuda bilim adamlarımıza yol gösterecek son derece değerli ölçüler içermektedir. Ancak, az önce de söylediğimiz gibi, bu ciddiyet isteyen bir çalışmadır.
Zafer Dergisi