Kâinatı bir saraya benzetecek olursak, insan o sarayda bir misafirdir. Kâinat sarayındaki her şey misafirler için yaratılmış ve onlara göre düzenlenmiştir. Güneş göz için yaratılmıştır, göz güneş için değil. Yiyecekler mide için yaratılmış, mide onlar için değil. Bütün tatlar dile hitap etmektedir, dil onlara değil. Sesler kulağın rızkı gibidir, insan seslere muhtaçtır, sesler insana değil.
Bedenden geçip ruh âlemimize şöyle bir nazar gezdirelim:
Kâinat kitabının mana ile kaynaşan varlıkları insan aklına hitap etmekte ve onu düşünmeye sevk etmekteler. O halde o manalar aklın rızkı gibidirler.
Bütün güzellikler kalbimizi muhabbetle coşturur. Onlardaki bu cemaller ve güzellikler kalbe hitap etmektedir. Onlar da ruhun birer rızkı hükmündedirler.
Kâinat bir tarla, insan ise onda ahireti namına ekip biçen bir çiftçi gibidir.
“Dünya ahiretin mezrasıdır.” [1]
Dünya hayatının tümü bir tarla gibidir. İnsan her duyu organıyla, aklıyla, hayaliyle, her bir hissiyle bu tarlaya farklı şeyler ekmekte ve bunların her birinden ayrı neticeler, farklı meyveler almaktadır.
Gözünü varlıkların yüzlerinde ibretle gezdiren bir kişi cennet namına mahsuller almaktadır. Bir başkası da gözlerini haramlar üzerinde dolaştırmakta, her haram nazardan ayrı bir azap devşirmektedir.
Diğer organları da aynı şekilde düşünebiliriz. Her birisi yaratılış gayesine uygun sahalarda dolaştığında sahibine ebedî saadet mahsulleri aldırmakta, aksi halde onu ebedî felaketlere sürüklemektedir.
Bu ekim ve mahsul alma işlemi, belki daha ileri seviyesiyle ruh âlemimiz için de söz konusudur. Doğru veya yanlış düşünme, Allah namına yahut nefis hesabına sevme, faydalı yahut zararlı şeyleri hayal etme, hafızasına müspet yahut menfi bilgiler doldurma gibi nice yönleriyle insanın ruhu, kalp âlemi ve his dünyası da ya cennet yahut cehennem mahsulleri vermektedir.
İnsan bütün bu mahsulleri kâinat içinde ve ondan yardım alarak verir. Güneş aracılığıyla varlıkları görebiliyor ve hava vasıtasıyla sesleri işitebiliyoruz.
İnsan ve kâinat arasında şöyle bir ilgi de kurabiliriz: Tilki gibi kurnaz, serçe kadar ürkek, pars gibi parçalayıcı, bülbül gibi şakıyan, arı gibi bal veren, yılan gibi zehirleyen insanlar bulunduğu gibi, şu kâinattaki çok farklı özellikleri kendi ruh âlemlerinde yansıtan kişiler de mevcuttur.
Bazılarını görürsünüz, huyu pamuk gibi yumuşaktır, kalbi merhametle doludur; bazıları ise başkalarına karşı taş gibi sert ve hissizdir.
Bazıları insanların iç âlemini karartırken, bazıları insanlık âlemini güneş gibi aydınlatırlar.
Kış gibi soğuk ve donuk tiplere de rastlarsınız, bahar gibi gülen, yaz gibi sıcak kişilere de.
Necip Fazıl:
“Boşuna gezmişim yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.” mısraları bu gerçeği ifade eder.
“Evet, Kâinatta seyrettiğimiz, yüksek-alçak, büyük-küçük, âli- adi, parlak-sönük, uzak-yakın gibi nispetler âleminin küçük bir örneğini de insanların toplum hayatında görmemiz mümkün.” [2]
Evet, kâinat her şeyiyle insana göre tanzim edilmiş, ona hitap eden ve ihtiyaçlarına cevap veren büyük bir insandır.
İnsan ise, kâinat sarayında yaşayan, her yönüyle onunla temas halinde olan ve onda bulunan birçok özellikleri benliğinde taşıyan küçük bir kâinattır.
Bunlardan birini diğerinden koparıp ayrı düşünemeyiz.
[1] Hadis için bkz. Aclûnî, Ebul-Fida İsmail b. Muhammed, Keşful-Hafa, Beyrut, 1351, I/412.
[2] Sorularla İslamiyet