Hüve bahsini okuduğumuz dersten sonra kendime çok kızdım. Bir tek zerre hadsiz vazifeleri görüyor; hem de kemal-i serbestiyetle görüyor, birbirine karıştırmıyor, şaşırmıyor. Acaba Allah beni zerreden daha beceriksiz, daha istidatsız mı yaratmış ki birkaç iş bir araya gelse elim ayağım birbirine dolaşıyor? Bir günde üç farklı yere gideceğim zaman çok stres oluyorum acaba yetişebilecek miyim, üç yere de hakkını vererek gidebilecek miyim, kendimi kaybetmeden sükunetle halledebilecek miyim gibi bir çok sual aklımda tayeran etmeye başlıyor. Halbuki zerre çok işleri yapıyor hem de kemal-i serbestiyetle yapıyor yani benim gibi üç beş işim var diye arada gelen telefonları da cevapsız bırakmıyor sanki hiç işi yokmuş gibi bir serbestiyet halinde bulunuyor. Bir zerre kadar olamadım dedim kendi kendime. Ve zerre bunları nasıl yapıyor öğrensem de ben de yapsam dedim. Zerre bana kulluğu talim eden bir ayna oldu. Kainat da böyle bir ayna değil mi zaten?
Evet, Risale-i Nur bize kainatı bir kitap gibi okumayı öğretiyor ve kulluğa dair bazı halleri de kainat kitabından okuyarak öğreniyoruz. Mesela bulutların sessiz ve sakince ama yüklü olarak beklemeleri. Sonra vazife başına arş denildiğinde anında emre imtisal ederek sularını bırakmaları bize vazifemiz olmayan yerde sessizce durup beklemeyi; vazifemiz olan yerde de çekinmeden harekete geçmeyi öğretmiyor mu? Arzımızdan milyon defa büyük acaib seyyarelerin semada birbirine çarpmadan suhuletle gezmeleri, kendilerine çizilen mihveri asla terk etmemeleri, zerre miktar yörüngelerinden sapmamaları Sırat-ı Müstakim’de nasıl yürümem gerektiğinin dersini vermiyor mu? Dağın başından koparak yuvarlanıp parçalanan taşlar Allah’ın haşyeti karşısında nasıl bir halde bulunmam gerektiğini anlatmıyor mu? Baharda toprak altına konulan bir çekirdeğin ağır yükler ve tazyikat altında sabırla beklemesi, bir an önce sümbülleneyim diye acele edip, vakti gelmeden kabuğunu terk etmemesi sonra gök gürültüsünün şiddeti ile çatlayıp kabuğundan çıkmaya başlaması bir şey anlatmıyor mu?
Belki her bir mevcut lisan-ı hal ile bize diyor :”bak işte böyle kulluk yapacaksın. Bunu böyle şunu da şöyle yapacaksın kulluk böyle olur.” Allah bize de gören göz versin, basiret versin ki bunları okuyabilelim. Madem insan kainatın misal-i musaggarıdır ve madem kainatta ne varsa insanda var, öyle ise kainattaki bütün kulluk çeşitlerinin insanda bulunması gayet fıtrîdir. İnsan fıtraten kainattaki bütün mahlukatın kulluklarını yapar ve Rabbine arz eder. Bu bazen ilmelyakin bazen aynelyakin olabilir. Öyle sanıyorum ki diğer mahlukatın kulluklarını hakkalyakîn yapamayız çünkü bunun olması için aynı o mahlukun kendisi olmamız lazım. Yani ona giydirilen vücut libasını giymemiz lazım. Bu belki mümkündür de ben bilmiyor olabilirim.
Zerre dersinden sonra üstadı düşündüm. Üstad, zerrenin ubudiyetini yaşamış mı, zerre gibi bir kulluk yapmış mı diye. Hiç tereddütsüz “evet” dedim. Bir kere her yere girip işlemiş, çalışmış üstad. Şimdi benim odamda var, dersanelerde var Risale okunan her yerde üstad var; demek hava gibi inbisat etmiş, hava zerreleri gibi her yere girmiş, bir anda hadsiz yerlerde iş görüyor. Bana zerre bahsini ders verirken dünyanın çeşitli yerlerinde farklı farklı insanlara başka dersleri veriyor. Bir şey bir şeye mani olmuyor. Nuranî çünkü. Ayrıca zerre nasıl ki bir gülün vücuduna girince gül oluyor, bir kelebeğin vücuduna girince kelebek oluyor, insanın vücuduna girince insan oluyor. Üstadım da aynen öyle muktezay-ı hale mutabık davranmış, nereye girse oranın programına göre hareket etmiş. Kumandan da olmuş esir de; evlat da olmuş, bütün insanlığın babası da; geniş topluluklara hitap eden bir hatip de olmuş, evinin önündeki çınar ağacına da hitap etmiş. Nerede ne halde ne sıfatla bulunursa bulunsun kulluk edebinden hiç taviz vermemiş. Her durum ve koşulda kulluk neyi gerektiriyorsa onu yapmış. Ancak şu şartlar altında ben güzel kulluk edebilirim dememiş.
Peki Üstad çok büyük bir seyyare gibi de olmuş mu? Evet olmuş. Yürüngesinden asla çıkmamış. Hedefinden asla şaşmamış, günümüz tabiriyle bir eksen kayması asla yaşamamış. Kendisini hedefinden alıkoyacak bir işe asla dönüp bakmamış.
Üstad toprak gibi olmuş mu? Evet toprak gibi de olmuş. Bizzat kendisi söylüyor “Said toprak gibi olmalı” diyor. Mutlak tevazuu kendine şiar edinmiş. Kendisini göstermemiş ama üzerine düşen her tohumu yeşertmiş. Üstadın tebiyesine giren herkesin istidatları neşvü nema bulmuş. O toprağa giren her tohum yeşermiş, meyvedar ağaç olmuş. Üstad ‘ben çok güzel meyveler veren bir ağacım dememiş, toprağım demiş ve hadsiz meyvedar ağaçlar yetiştirmiş. İşte Zübeyirler, Tahiriler, Sungurlar, Bayramlar, Hulusiler, Sabriler, Fırıncılar, Saidler, Ref’etler, Abdullahlar ve niceleri… her biri birer meyvedar ağaç değiller mi? Aynı zamanda üstadları gibi mahviyet içindeler ve onlar da nice meyvedar ağaçlara menşe değiller mi?
Üstad su gibi olmuş mu? Evet, hayat arşı olan su gibi de olmuş. Ölmüş kalbler, ona muhatap olmakla diriltilmiş, Allah’ın ihyası ile hayat bulmuş. Su gibi latif olmuş üstad. Hem nüfuz etmiş hem de incitmemiş, nüfuz ettiği yerin sınırlarına riayet etmiş. Tıpkı bardağa veya sürahiye konulan su gibi. Kimseden sınırlarının ötesinde bir şey beklememiş. Takatinin fevkinde bir hizmet beklememiş. Her kaba girmiş ama kabı kırmamış, herkesin kabına göre davranmış. Kimisini dünyaya bırakmamış, kimisine evlenebilirsin demiş kimisine sen de benim gibi mücerret kal demiş. Herkesin istidadına göre talebine göre, fıtratına göre vazife vermiş. Onun terbiyesi altındaki herkes kendi aksal gayatına yol bulmuş. Üstad herkesin yolunu açmış, usul adab göstermiş. Zorlamamış, ısrarcı hiç olmamış.
Üstad çekirdek gibi olmuş mu? Kendisi ifade ediyor “ben bir çekirdektim çürüdüm” diyor. Malum çekirdek çürüyünce ağaca inkılab eder. On Sekizinci Söz’de incirin çekirdeği ağaçtaki incirleri sahiplenemeyeceği gibi; onlar ondan olmadığı gibi bende görünenler de bana ait değildir demiş. Çekirdek de olmuş üstad.
Öyle anlaşılıyor ki misaller saymakla bitmeyecek. Çünkü üstad kainattaki her şey gibi olmuş her şey gibi kulluk yapmış. Her mahlukun ubudiyyet vaziyetini kendinde tahakkuk ettirmiş. Kendi şahsi vücudundan ayrı kainat kadar ikinci bir vücudu olmuş. İttisal etmiş bütün kainat ile. Dünya hanesi, güneş lambası imiş üstadımın. Hatta güneş onun gözü olmuş.
Üstadın meziyetleri ile iftihar edip bir kenarda oturmak rahat iştir. İşte benim üstadım böyle kainat vüsatindedir. ‘Ben kimin talebesiyim ya’ deyip rutin bir hayat yaşamak. Dersler haricindeki vaktini aynı ehli dünya gibi geçirmek. Okurum, derslere gider gelirim, şahsı maneviye dahilim nasıl olsa, üstad da Nur Talebeleri imanla kabre girecek demiş, eh benim işim tamam. Oysa üstad bir sene Nurları anlayarak okuyan zamanın mühim bir alimi olur diyor. Anlama çabası olmadan gazete gibi okumayı demiyor üstad. Ayrıca bana ‘sen insansın Allah seni gayb ve şehadet alemine hülasa olabilecek mahiyette yarattı gayrı sen bilirsin. İster iki alem kadar ve bunun zımnında on sekiz bin alem kadar genişle, ister serçe kuşunun hizmetçisi gibi yaşa’ diyor adeta.
Evet; demek Üstadım zerre olmuş, yıldız olmuş, hava olmuş, su olmuş, toprak olmuş, çekirdek olmuş; kainatta ne varsa olmuş. Tüm mahlukatın gösterdiği ubudiyet tavrını göstermiş. Bize de bu yolu açmış haydi cismaniyetten çık, hayvaniyetten kurtul, Allah’a yakışır bir abd-i külli ol demiş ve yollarını göstermiş. Allah ondan razı olsun. Onun yolu olmasa, o nefsinde bunları yaşayıp dellalık edip “hayyal elfelah” geliniz bakınız demese işimiz ne kadar zor olurdu. Kadere imanımız olduğu cihetle ‘o olmasaydı bunlar olmazdı’ demiyoruz; ama Allah onunla bize bu ihsanlarda bulundu, adete Vehbinden verdi. Bize düşen bir vefa borcunun ifasıdır. Allah kıymet bilip şükredenlerden, bildiği ile amel eden ihlaslı kullarından eylesin inşallah. Son nefes dahil, bu yoldan ayırmasın. Acz, fakr, şefkat, tefekkür tarikinde yürütsün, büyütsün inşallah.