Kâinatı anlamlandırma yolculuğumuzda akıl, felsefe, çağdaş pozitif bilim ve din gibi yol arkadaşlarımızı yanı başımızda görürüz. Kâinatın sırrını anlamada Kur'ân ve felsefenin ilim düzeylerinin karşılaştırıldığı 13.Söz’ün izah metni mahiyetinde kaleme alınan yazımızda, gerçek ilmin nasıl olması gerektiği sorusuna cevap aradık. Yolculuğumuza başlamadan önce yol arkadaşlarımızı tanıyacağız. Bu, gerekli olduğu kadar, faydalı ve keyifli de olacak, merak etmeyin. Bununla birlikte “sabrım kısa, hemen yolculuğa çıkmak istiyorum” diyorsanız, yazının kendisinden başlayın.
Felsefe: Kelime olarak hikmet sevgisi ve hikmet (bilgelik, hakikat) arayışı demektir. Hikmet ise, kâinatı ve ondaki varlıkların yaratılış gayesini ve faydalarını bilmek gibi manalara gelir. Felsefe, eşyanın hakikatini araştıran ve insanları da bu hakikata yönelten bir vazife üstlenmesi açısından şüphesiz faydalıdır. Bu noktada felsefe ve hikmet, aynı anlamlarda kullanılan kavramlar olmuşlardır. İslamî bakış açısından ise, eşyanın gerçek hikmetini bildiren yalnız Kur’ân olduğundan, sadece kâinata Kur’ân’ın baktığı gibi bakan ilimler “hakikî hikmet” olarak isimlendirilmeye layık görülmüş, kâinata Kur’ân’ın baktığı gibi bakmayan ilimler ise genel olarak “felsefe” olarak isimlendirilmiştir. Antik Yunan dünyasında “felsefe” dendiğinde akıl ve tecrübe temelli bütün bilgiler kastediliyordu. Matematik, fizik, astronomi vs. hepsi bu kategoriye dâhildi. 18. yüzyıla kadar aklî ilimlere aynı zamanda felsefî ilimler deniliyordu. 18. yüzyıldan sonra ise, pozitif bilimler felsefeden bağımsız birer alan olarak ayrıldı.
Çağdaş pozitif bilim: Duygularımızın ve deneylerimizin bize tanıttığı olayların birbirleri ile olan ilişkilerini ve hangi kanunlara uyarak ortaya çıktıklarını belirtmekle ve açıklamakla ilgilenen bilgi birikimini ifade eder ve ne yazık ki, sadece bununla yetinir. Oysa felsefe, bu olayların “ne” olduklarını bulmaya çalışır. Biyoloji, canlılar dünyasında meydana gelen olaylar arasındaki ilişkileri inceler. Felsefe ise, hayatın “ne” olduğunu sorar, bunların özünü açıklamaya çalışır. Çoğu zaman bir bilim adamının kendi felsefî görüşünü ifade etmek için, bilimsel bir veriye getirdiği taraflı yorum ve bu veriden çıkardığı subjektif sonucun, bilimin kendisi ile karıştırıldığını ve bilim gibi kabul edildiğini görüyoruz. Bu yanlışlığa sebep olanlar ise, maalesef subjektif görüşlerini kasten bilim gibi halka sunmakta çekinmeyen bilim insanlarıdır.
İslamî açıdan, Kur’ân’a zıt görülen ve eleştirilen felsefe türü ise: Doğru ve mutlak bilgiye ulaşmanın ancak akıl ile mümkün olacağını savunan felsefî ekollerdir. Bu tarzdaki felsefe anlayışı, vahyi bir bilgi kaynağı olarak görmediği gibi, aklı ya da diğer bilgi araçlarını vahyin yerine her zaman tercih eder. Yoksa Kur’ânî bakış açısında felsefenin tamamı reddedilmemektedir. Çağdaş bilimler ile Kur’ân arasında ise, zaten hiç bir sorun yoktur. Ancak ne yazık ki, bazı bilim adamları, sahip oldukları dinsiz felsefelerine bilim süsü vermektedirler. Bu felsefî görüşlerini insanlara kabul ettirmek için de, bilimi kullanmaktadırlar. Aslında ispatlanmamış teorilerden ve iddialardan ibaret olan peşin yargılı ateistik ve maddeci dünya görüşlerini, çağdaş bilimin kesin verileriymiş gibi sunmaktadırlar. İşte sorun burada çıkmaktadır.
Diğer taraftan, insanın, sınırlı aklı ile Allah’ın sonsuz ilminden gelen ve eşyanın hakikatini manevi bir güneş gibi ortaya çıkaran vahye meydan okuması ve eşyanın hakikatini, eşyayı yaratandan bağımsız olarak anlayabileceği gibi bir hayale kapılarak aklı kendine mutlak rehber görmesi açık bir yanlıştır. Çünkü insan aklı, kendi başına eşyanın gerçek hakikatini bilemez ve bulamaz. Aklın, kâinatın dışında var olabilen bir mahiyeti yoktur ki, hakikatini tamamen kavrayabilme imkanı olsun. (Denizin içindeki balık gibidir, denizi kavrayamaz) Bunun en güzel delili, felsefe aleminin kâinatın hakikatlerini bulmaktaki acizliğidir.
Vahiy ve peygamberin getirdiği ve kendi başına ulaşamayacağı bu bilgiye aklın ihtiyacı ise, şüphesizdir. Evet, akıl kendi başına hakikati bulamaz, fakat vahyin getirdiği bilgiyi, delillerle ispatlayabilir. Çünkü ilahî bilgi ve vahiy, doğru bir kaynaktan geliyorsa, elbette içeriği itibariyle aklî ve mantıkî olacaktır. Kainat hakikatlerine de uygunluk arz edecek ve elbette akli delillerle de teyit edilecek ve ondan sonra kabul edilecektir. Bu nedenle felsefi ekollerin, din ve vahiy ile mutlak bir çatışma içinde oldukları iddiası, tam bir modern hurafedir.
Risale-i Nur’da felsefe iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısım felsefe, dini inkar eder ve bir yaratıcıyı kabul etmez, insanları dinsizliğe ve tabiat bataklığına sürüklemeye çalışır. Diğer kısım ise, toplumsal hayata, ahlâka, insanın gelişimine, bilime, sanata ve ilerlemeye hizmet eden felsefedir ve bu felsefe, Kur’ân ile barışıktır. Hatta Kur’ân felsefesinin maksatlarına hizmet eder. Risale-i Nur’da Kur’an ve felsefenin karşı karşıya getirildiği yerlerde, felsefe tabiriyle kastedilenin, ateist felsefe ekolleri ile dinsiz felsefelerine geçerlilik kazandırmak için pozitif bilimleri kullanan bilim adamları olarak algılamak uygun olacaktır. Yoksa, felsefe tabiri ile, aklî ilimler manasındaki pozitif bilim veya bir erdem, ahlak ve düşünce disiplini olan hikmet manasındaki felsefe kastedilmemektedir.
Yol arkadaşlarımızı tanıdık, heyecan dolu yolculuğumuza esas şimdi başlıyoruz:
İlim adına ortaya konulan bir üründen ne beklenmelidir? Kıymeti nasıl ölçülmelidir? İnsana ne vermelidir ve nasıl bir içerikle takdim edilmelidir ki, gerçek anlamda bir ilim olarak kıymetli sayılsın? Acaba kâinatı daha iyi anlama yolculuğunda yol arkadaşımız ilim, ne gibi özelliklere sahip olmalıdır ki, kendisiyle olan bilgi alışverişimiz boyunca, bizi her defasında şahsî gelişimimizde daha yüksek basamaklara taşısın?
Kanaatim odur ki, eşyanın oluşumu ve işleyiş kanunlarını keşfetme yolunda çalışan ve bunların bütün inceliklerini ve prensiplerini ortaya koymak noktasında çok maharetli olan modern çağın bilim ve felsefesi, insan ruhunun yükselişine ve onun şahsi gelişimine bir katkıda bulunmaktan çok uzak kalmaktadır. Çünkü verdiği bilgiler, ruhsuz, donuk, kasvetli ve anlamsızdır. Anlamlı bir yorum getirilmemiş bilimsel veriler ve bilgi yığınları, insana korku, dehşet veya hayret duygularından başkaca bir şey vermemektedir.
Örneğin modern bilimin bizlere söylediği en şaşaalı ve yaldızlı kâinat tasvirlerinden birine bakın: “kâinatta yüz milyar galaksi vardır, her galakside yüz milyar yıldız vardır. Güneşimizin de içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisi, bu galaksilerden ve trilyonlarca yıldızdan sadece bir tanesidir ve dünyamız böyle büyük gök cisimlerinin arasında müthiş bir hızla seyahat etmektedir. Her an, uzay boşluğunda hızla hareket eden bir göktaşının dünyamıza çarparak, dünyamızdaki tüm hayatı bir anda sona erdirmesi tehdidi altındayız.”
Veya insanlık tarihiyle ilgili popüler bilimin şu tasvirine dikkat edin: “Eğer kâinatımızın doğduğu andan itibaren geçen zamanı kozmik bir tek yıl olarak kabul edersek, kâinatın oluşum süresince geçen 12 ayın sonuncu ayının, son gününün, son saatinin, son saniyesinde yer alırız bizler. Yani takvimin en köşesinde yer alan, nokta gibi bir alandadır tüm insanlık tarihi, bütün savaşlar, dinler ve bilimsel keşifler. İnsanlık olarak bütün tarihsel geçmişimiz ve medeniyet serüvenimiz, kozmik takvimin[1] nokta gibi küçücük köşesini dolduruyor sadece.” Nasıl? Şahsi gelişiminize bir katkı veya ruhî bir mükemmelleşme hissedebiliyor musunuz? Yoksa hissettiğiniz sadece dehşet, hayret ve korku duyguları mı? Popüler bilimden daha fazlasını beklemeyin zaten. Kendinizi kandırırsınız.
Bilimin kâinatı doğru bir şekilde yorumlayıp, sistematik ve anlamlı sonuçlar çıkarmak gibi bir hedefinin de olduğu, zaman zaman iddia edilse bile, bu yönde kullanılan yöntemlerin sığlığı ve bakış açısının darlığı, çağdaş bilim felsefesinin samimi ve güvenilir olmaktan çok, şüphe uyandıran bir mahiyet arz ettiğini göstermektedir.
Örneğin, yeryüzü toprağının fiziki özelliklerini inceleyen bir ilim dalı, toprak yapısının tarıma elverişli olacak kadar yumuşak, inşaata müsaade edecek kadar da sert bir kıvamda olduğunu ve böyle “hassas bir ayarın” rastgele ortaya çıkmasının ne kadar düşük bir ihtimal olduğunu elbette hesap edebilmektedir. Fakat bilimsel çalışma olarak takdim edilen ürünlere bakıldığında, toprağın en ince fizikî özelliklerinin tanımlandığı, en detaylı kategorilerle sınıflandırılıp bu yönde inanılmaz detaylara girildiği halde, bu yeryüzünün neden insan medeniyetinin oluşması için bu kadar müsait bir yapıda olduğu, böyle olmasının medeniyetimiz ve insanlık için ve bilim adına ifade ettiği anlam ve kıymetin ne olduğu, böyle bir bilginin insanlık için kaînatı anlamlandırma yolculuğumuzda ne ifade ettiği ve istifademize kasten sunulmuş olduğu, sahip olduğu özelliklerle açıkça anlaşılabilen bu yapının, nasıl bir kudretin mucizesi olarak karşımızda durduğu, böyle bir yardıma nasıl bir teşekkürle karşılık verilmesi gerektiği gibi soruların bilim dışı bırakılması, bilimin insan ruhuna ve gelişimine sağlayacağı manevi yükselişten tüm insanlığı mahrum bırakıyor maalesef.
Halbuki, elde edilen bilimsel verilerin ifade ettikleri manaların açık yüreklilikle itiraf edilmesi, bilime ve insan aklına saygı sebebiyle gerekmez mi? Böyle anlamlı bir bakışı geliştirememiş sığ felsefe ve çağdaş bilim, bununla da yetinmiyor. Dünyanın her tarafındaki harikalıkları sıradanlaştırarak basit, olağan olaylarmış gibi takdim ediyor.
Her gün yüz binlerce insanın başlangıcı, su gibi bir meni ve tek bir hücre olduğu halde, doğduklarında bu kadar kompleks yapıda canlı makinelere dönüşmüş olarak dünyaya merhaba demelerinin, kavranması gerçekten güç bir mucize olduğunu ve bunun hâla nasıl olduğu anlaşılmaz bir sır olduğunu bizden saklamakla birlikte, bir de ara sıra ortaya çıkan standart dışı farklılıkları, çok acaip ve hayret edilmesi gereken tek unsurlarmış gibi lanse ediyor. Sanki sağlıklı bir vücuda bağlı bir tek kafanın içindeki mekanizmalar, hayretle her gün yad edilmesi gereken mucizeler değillermiş gibi, iki başlı bir insanın, üç başlı bir adamın ilanlarla ve hayretlerle teşhir edilmesi, cidden büyük bir cehaleti ve düşük bir ilim seviyesini ifade ediyor.
Buna rağmen, insan topluluklarının %80’i araştırmacı olmadığından, makbul ve güvenilir uzman kişilerden duydukları meseleleri aynen sorgulamadan takliden kabul ettiklerinden ve ancak az bir kesimde gerçeği sorgulamak ve gerçeği gerçek olarak gördükten sonra kabul etmek anlayışı gelişmiş olduğundan, maalesef bu zamanın aklı gözlerine inmiş maddiyatçı felsefecilerinin, bilimsel verilere kendi maddeci görüşleri yönünde yorumlarla istedikleri şekli vererek yaptıkları isabetsiz ve hatalı sunumlar, aynen doğru ve makbul kabul edilmekte ve böylelikle büyük halk kitleleri, gerçek bir ilim anlayışının ruhu besleyen, şahsi gelişim kapılarını sonuna kadar açan manevi hazinesinden mahrum edilmektedir.
Halbuki Kur’ân, ilahî kudretin ibret verici mucizeliklerini, her yerde ve her canlı üstünde görmesi ve göstermesi ile, akıllara tükenmez bir ilim hazinesi açar. Bu tükenmez zenginlikteki manevî hazinenin kapısından içeri girdiğinizde ise, baktığınız her eşya, gördüğünüz her canlı, yaratılışın maksatlarını ders veren ve ilahî sanatkarın güzel ve mükemmel vasıflarını tanıtıp tarif eden bir kaside ve bir hikmet dersi olur. Kur’ân’ın akıllara hayranlık veren parlak ifadeleriyle sarsılan akıl, her gün gördüğü ve alıştığı için artık fark etmediği ve kendine sıradan ve basit gelen dünyaya yeni bir gözle tekrar bakmayı öğrenir. Bu sayede, dikkatle baktığı her şeyde ilmî bir gelişim, ibretle gördüğü her canlıda hikmetli bir ders, güzelliğine hayran kaldığı sanatlı her bir mevcutta ruhen bir yükseliş kapısı kendisine açılır.
İşte Kur’ân’ın bu geniş ve zengin ilmini, yani kâinatın hakikî hikmetini ders alan hakikat aşığı talebeleri, en anlamlı, en yüksek ve en doğru bir ilmi tahsil etmiş olurlar. Ve elbette böyle zekî talebelerin hak ettikleri mezuniyet diploması, bizzat kâinat yüksek okulunun kurucusu tarafından ellerine verilecek ve gösterdikleri üstün başarı, muhakkak ödüllendirilecektir.