Arayış ve Gaflet
Gaflet: Türkçede, dikkatsizlik, vurdumduymazlık ve dalgınlık gibi ifadelerle karşılığını bulsa da, asıl dinimizde olan manası; Allah’ı unutmak ve dini vecibeleri yerine getirmede sorumluluklarının farkında olmama ve insanın kendisini bilmeme halidir. Gaflette olmak, dünyada niçin yaşadığının farkında olmamak, hayatı gayesiz ve manasız bulmak, Allah’ı bilmemek, yaratılış gayesini idrak etmemekten ibarettir. Evet, bu gaflet insana neler yaptırıyor ve insanı nasıl dönüşü olmayan kör girdaplara sürüklüyor beraber bir yolculuğa çıkalım ve gaflet girdabına girmeden uzaktan seyredelim;
Gerçeği bulma arayışları içinde olan çoğu insan, bu arayışlarını sadece kendi dar pencerelerinden yapıyordu. İnanç ve inançsızlık arasında zihninde karmaşık sorularla bu arayışlarını devam ettirdiler. Zira insan fıtratı arayışını tamamlayıp Rabbini bulmayı ve O’na inanmayı gerektiriyordu. İşte tamda bu noktada sorumluluk, yani imtihan edilme sırrı başlıyordu. Çünkü insan aklı ile şu kâinatın bir sahibi olduğunu idrak edebilme kabiliyetine sahipti. Doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırt eden insan, irade sahibiydi. Çünkü irade olmasa imtihan anlamsız kalırdı. İrade, inanç yönünde yoğunlaşsa yapılan tüm fiiller insanı hakikati bulmaya götürürdü ve hayatında tüm çözülmez sandığı kör düğümleri bir anda çözebilirdi ve karanlık gördüğü her yer bir anda aydınlığa kavuşacaktı. Yazık ki çoğu insan iradesini nefis ve şeytanın programına uydurdu ve iman ışığını görmezden gelip dünya hayatının aldatıcı, geçici zevk ve sefasına daldı. Yanlış seçilen bu yol ve bu yolda işlenilen günahlar kalbi kararta kararta insanı inanç yönünde büyük bir gaflete sürükledi. İşte bu gafletin içinde olanlar sorumluluğu kabul etmiyordu ve etmek istemiyorlardı. Yani imtihan edilme sırrını kavramak istemiyorlardı. Çünkü sınırsız özgür olmak ve başıboş olup istek ve arzularına göre hareket etmek istiyorlardı. Ama sınırlı bir hayatta sınırsız özgür olunamazdı. İnanmama yönünde arayışını tercih eden insan, vardığı gaflet karanlığı ile arayışını bırakıp varlığa anlam vermemeye başladı. Niye vardı? Varlığı nereden gelmişti? Varlığın gayesi neydi? Varlık denen sır neydi? Tüm bu düğümleri çözecekken akıl gözünü geri planda bıraktı ve her şeyi maddede aramaya başladı. Sonuçta tüm arayışlar maddi âlem üzerinde yoğunlaşmaya başladı ve gafletin karanlığında maddi gözle yolunu bulmaya çalıştı. Oysa kâinattaki gaflet karanlığını dağıtıp hakikat yolunu gösteren iman denen büyük bir ışık vardı. “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyata kördür.” kaidesi ile Kur’anın ışığında Bediüzzaman (r.a.) bu meseleye gibi hep ışık tutmuştu.
Yaratılış gayesini anlamsız bulup sorumluluğu reddeden insan, her şeyi kör ve sağır tabiata ve tesadüflere havale etmeye başladı. Tesadüftür dedi. Tesadüflerin arkasına saklanıp imtihan edilme sorumluluğundan kaçmak daha kolaydı, çünkü nefis ve şeytana göre plan işliyordu ve insan kendi iradesiyle bu planın içine kendini dahil ediyordu. Evet, bir ömür buyu arayış ve sonucunda tesadüfler gafletine düşmek ne büyük bir hüsrandır.
Akıl gözü kullanılsa tesadüf diye bir şeyin olmadığını anlayacaktı insan. Tesadüfler kâinattaki bu kadar sistemli ve düzenli işleri nasıl yapabilirdi? Aklı, iradesi, ilmi olmayan bu kör tesadüfler, nasıl oluyordu da akıl, ilim, irade ve güç gerektiren sanatlı bir eseri yapabiliyordu? Nasıl oluyor da aklı, ilmi ve iradesi olmayan bu tesadüfler, aklı, ilmi ve iradesi olan insanları yapabilirdi? Kör ve sağır tabiat, nasıl oluyor da duyan ve görenleri yapabiliyordu? Gözle görülmeyen bir atomda, bir düzen, bir sistem ve bir sanat varsa bu nasıl tesadüf olabilirdi? Bir iğneyi bile tesadüflere havale etmeyenler, bedeninde yüz trilyon hücre olan ve her birisi bir fabrika gibi sistemli çalışan bu yüz trilyon hücre nasıl kontrol ediliyordu, kim kontrol ediyordu? Sınırsız bir aklı, sınırsız bir ilmi gerektiren bu sistem, bu düzen nasıl tesadüflere ve başıboşluğa havale edilebilirdi? Aslında çoğu insan bu hadiselerin farkındaydı, ama gaflet ağır basıyordu, çünkü kalp kararmıştı. Başıboş olmak, hesap vermeden yaşamak daha cazip geliyordu. Tüm düğüm akıl ve iradede çözülürken çoğu insan maddi gözüyle bakıp her şeyi anlamak istedi, ama maddi göz sınırlıydı ve yanında akıl gözü de kullanılmalıydı. Tıpkı maddi gözün matematiksel işlemleri yapamayıp işlemleri akla devrettiği gibi. Evet şu kainata maddi gözle bakıldıktan sonra akıl gözü devreye girmeli taaki perde arakasında bu işlemleri yapan Sonsuz Kudret Sahibi Bir Yaratıcının Varlığı anlaşılsın.
Bediüzzaman Hazretlerinin şu veciz ifadelerine yer vermek istiyorum; “Evet, bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler. Yani, birtek ilâhı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilâhları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani, birtek Zât-ı Akdesin hassası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve hâlıkıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından, o hadsiz, nihayetsiz, câmid zerrelerin ezeliyetlerini, belki ulûhiyetlerini kabul etmeye, mesleklerince mecbur oluyorlar.” (Lemalar / Otuzuncu Lem’a)
Evet, sonuç; gafletten sıyrılıp, akla iman gözlüğü takılmalıydı. O vakit tüm düğümler çözülecek, her şey net ve pürüzsüz görünecekti. Tıpkı hiç görmeyenlerin bir anda göze kavuşması gibi. Karanlık bir tünelde ilerlerken birden el fenerine kavuşup önünü görmesi gibidir insanın imana kavuşması. Çünkü kâinattaki karanlık birden dağılıyor ve insan hakikati görüyor. Evet, asıl mesele çoğu insanların akıl gözüyle görmek istememesiydi, istememelerinde irade vardı ve onu kullanıyorlardı. Görmek isteseler anlayacaklardı ama görmek istemediler ve büyük gafletin tesir alanına girmeye başladılar. Bu gaflet onlara siyah bir gözlük verdi ve manen onlara dedirtti ki “Artık bu gözlükten bakarsanız her şeyi net görüp anlayacaksınız. Dert etme, kafana takma, istediğin gibi yaşa, keyfine bak” dedirtti ve tüm bunlar nefsin hoşuna gitmeye başladı. Ve çoğu insan, bu arayışlarında gafletin kollarına kendini bıraktı ve hayal âleminde içinden çıkılmaz girdaplara girdiler. Böylelikle gafletin tesir etme alanı genişlemeye başladı. Taaki tüm kâinatı anlamsız görüp her şeyi maddeye havale edene kadar.
Yazımız uzun olması sebebi ile başlıklar dahilinde devam edecek inşallah.