Prof. Dr. Alaaddin Başar
Bu âlem ve içindeki varlıklar, bir yandan kendilerine mahsus tesbihlerini yaparken, öte yandan hal diliyle durmadan konuşur ve akıl sahiplerinin dikkatini çekerler.
Meselâ, insanı hiç tanımayan, dil nedir, tat nedir, renk nedir, koku nedir, vitamin nedir bilmeyen meyve ağaçları insana çok yönlü faydalar sağlayacak meyvelerini vermekle hal diliyle insanı düşünmeye ve şükre çağırırlar. “Bu nimetleri yaratan ancak senin ve bizim Rabbimizdir. Biz onun birer fabrikası, yahut birer hizmetçisiyiz. Meyvelerimizi afiyetle ye ve bizi senin için yaratan Rabbine şükür ve ibadette bulun!” derler.
Keza, görme nedir bilmeyen güneş gözlere ışık saçarken, ciğer nedir bilmeyen hava da kanımızı temizler… Örnekleri artırabiliriz.
Kâinattaki bütün varlıklar böyle farklı dillerle hem Allah’ı tesbih ederler, hem de insanla konuşurlar.
Gel gör ki, bir Hak elçisine ve bir İlâhî fermana muhatap olmayan insanlar, bu manevî sözlere, ya kulak tıkayıp sadece dünyanın geçici zevk ve menfaatleri için çalışmışlar, yahut o kelâmlara yanlış mânâlar vererek bâtıl mabudlara tapmışlardır.
İşte insana hem Rabbini tanıtmak, hem de bu varlık âlemini ve onda cereyan eden hadiseleri doğru olarak okutmak üzere İlâhî kitaplar nazil olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm bu fermanların sonuncusu ve en büyüğüdür.
Müşrikler o Hak kelâmına muhatap olmadan önce ne kâinatı okuyabiliyorladı, ne kendilerini, ne de taptıkları putlarını. Eğer bunları doğru okusalardı güneşe, nehire, ineğe ve kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmazlardı; kendilerinin ve bütün mahluklatın yaratılışını putlara isnat etmezlerdi. Akıldan uzak olan şirk ve küfür yoluna sapmazlardı. Onlar bu halleriyle dillerini bilmedikleri ve konuşmalarına bir anlam veremedikleri yabancı bir ülkede dolaşıyor gibiydiler.
Ve Kur’ân güneşi hidayet nurlarını bütün ihtişamıyla neşre başladığında gözlerini o nura kapamayanlar kendilerini de, bütün eşyayı da ilk defa görüyormuş gibi hayretle seyretmeye başladılar.
İkra! (Oku!) emriyle başlayan o İlâhî fermana iman eden insanlar, hem âlemlerin Rabbini hak bir inanç üzere tanıma imkânına kavuştular, hem de kâinat kitabını doğru okumaya, iyi anlamaya ve onda tecelli eden İlâhî isim ve sıfatları bilmeye başladılar.
Bu vesileyle, Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin birbirinden güzel Kur’ân tariflerinden birisinden bazı kısımları şöyle bir hatırlayalım:
“Kur’ân; Şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi...”
Bu kâinat, kudret kalemiyle yazılmış büyük bir kitaba benzetiliyor ve tarifin devamında, âlemdeki varlıklar için “âyât-ı tekviniye” tabiri kullanılıyor. Tekvinî ayet, “kün emriyle yaratılan ve Allah’ın varlığını, birliğini, esmâ ve sıfatını bildiren ve onlara delil olan” demektir.
Kur’ân-ı Kerîm’deki ayetler Allah’ın kelâm sıfatından gelmişlerdir, kâinattaki ayetler ise kudret sıfatından… Nitekim Risale-i Nur Külliyatında varlıklar için kelimat-ı kudret tabiri sıkça kullanılır.
Bu kâinat kitabı, bütün ayetleriyle Allah’ı tanıttığı halde hidayet nurundan mahrum olan insanlar o kitabın dilini anlamamışlardır. İşte, Kur’ân-ı Hakîm; kâinat kitabını tercüme etmiş, insanlara anlatmış ve o kitabın kâtibi olan Rabbimizi bize tarif etmiştir. Onu sıfatlarıyla, isimleriyle, fiilleriyle bizlere bildirmiştir.
Kur’ân-ı Hakîm’in kâinat kitabını tercüme etmesi sayesinde, “künuz-u mahfiye” olarak nitelendirilen İlâhî isimlerin, varlık âlemindeki tecellileri görülmeye ve okunmaya başlanmıştır.
“Künuz-u mahfiye” (gizli hazineler) ifadesiyle Allah’ın isimleri birer hazineye benzetilmiştir. Meselâ, Hâlık ismi bir hazinedir; bütün mahlukat o hazinenin cevherleri gibidir. Muhyi ismi ayrı bir hazinedir; bütün hayatlar da o hazineden gelir.
Şu kâinat kitabında, her mahluk gibi her hadise de bir kelime yahut bir satır hükmündedir. Onlarda da esmâ ve sıfat-ı İlahiye tecelli etmektedir ve onların da doğru okunması gerekir. İşte, hadiselerin altında gizli olan bütün hakikatler ancak Kur’ân’ın irşadı ve talimiyle doğru okunabilmiştir.
Gece ve gündüz, sıhhat ve hastalık, sevinç ve keder, ihtiyarlık ve ölüm bu kitapta yazılmış birer hakikattirler. Bunlar içerisinde insan için en önemli hadise ölümdür. Ölümü, “hiçlik, yokluk, kabre girip çürüme ve kaybolma” olarak düşünenler, ölümün hakikatine erememiş, o en önemli hadiseyi yanlış değerlendirmişler demektir.
Her hakikat gibi ölüm hadisesinin hakikati de ancak Kur’ân’ın irşadıyla anlaşılır. Ölüm, dünyadan ahirete göçmektir. Bu göçün ilk adımı kabir hayatıdır. Onu ba’s denilen yeni bir doğum daha takip edecek, onunla da kabir âleminden mahşer meydanına çıkılacaktır.
Ölüm Mümit isminin, diriliş ise Bâis isminin tecellileridir.
Risale-i Nur Külliyatı’nda ölümün hakikatiyle ilgili çok geniş açıklamalar yapılmıştır. Birkaçını hatırlayalım: Ölüm, “tebdil-i mekândır, vazifeden paydostur, ıtlak-ı ruhtur.” Kabir ise “bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.”
Yine Üstadın Kur’an tarifinin bir bölümünde “avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası” ifadesine yer verilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, mahşere çıkışla başlayıp, “vakfe, mizan, sırat, cennet yahut cehennem” şeklinde devam eden âhiret hayatının yol haritası çizildiği gibi, cennette mazhar olunacak çeşitli saadetler ve cehennemde tadılacak muhtelif azaplar da birer fotoğraf gibi insanın önüne konulmuştur.
Tarifin devamından bir başka hakikat dersi:
“Zat ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiye’nin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı...”
Allah’ın zâtı, sıfatları ve şuunatı hakkında tek sağlam bilgi kaynağı Kur’ân’dır. Bu gaybî ve sonsuz hakikatler hakkında insanın ne aklı, ne de hayali bir şey yapacak durumda değildir. Allah, kendisini Kur’ân’la anlatmış olduğundan, insanların yersiz tahminlerine ve geçersiz fikirlerine ihtiyaç kalmamıştır.
Biz Kur’ân ayetlerinden ve onları tefsir eden âlimlerimizin eserlerinden, “Allah’ın zâtının vacip, ezelî, ebedî, mekândan ve zamandan münezzeh olduğunu, sıfatlarının sonsuz olup ne kadar varlık yaratırsa yaratsın bu sıfatlarda hiçbir değişme ve eksilme düşünülemeyeceğini, zâtı ve sıfatları gibi, merhamet ve gazabının, şefkat ve gayretinin ve sair bütün şuunatının da mahlukatın halleriyle ve kabiliyetleriyle mukayese edilemeyeceğini” ve daha böyle nice hakikatleri öğrenmiş bulunuyoruz.
Son söz:
Hak bir inanç üzere olmak, gerçeği olduğu gibi tesbit etmek, âlemi ve içindeki olayları doğru değerlendirmek istiyorsak bunun yolu şu ifadelerde çok net olarak gösterilmiştir:
“Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, haktan gelip, hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.”