Gizli bir dili, bütün bilinemezliğinin içinde gizli bir düzeni var kâinatın.
Önceki gece ben eve dönerken erguvan ağaçları, yeni yeni yapraklanmaya başlayan, henüz baharın coşkusuna ayak uyduramamış, kış hüznünü dallarında taşıyan mahzun ağaçlardı, sabah çıktığımda ise hepsi, sadece kendi isimleriyle anılan o “erguvan rengi” çiçekleriyle donanmış, insanı şevke getiren, heyecanlandıran neşeli ağaçlara dönüşmüşlerdi.
O “gizli emir” onların hepsine birden aynı gece “çiçeklerini açmasını” söylemişti.
Hayatın bir yanında büyük bir karmaşa, bir yanında ise sarsılmaz büyük bir düzen vardı.
Gezegenler hep aynı yönde dönüyor, erguvanlar hep aynı günde açıyor, karıncalar hep aynı günde ortaya çıkıyordu.
Bilinen bir akılları, bir zekâları, bir düşünce yetenekleri olmayan ağaçlar, aynı gece çiçeklerini açmaları gerektiğini biliyordu, toprağın içinde dolaşan bir fısıltı onlara “çiçeklerini” açmalarını emrediyordu.
Bir kapris, bir sürpriz, bir şımarıklık gözükmüyor, hepsi aynı emre uyuyordu.
Bu şaşırtıcı büyük “düzenin” bir parçası olan insan ise “karmaşayı” temsil ediyordu.
Tek bir insanın içinde bile o kadar çok duygu, o kadar çok düşünce, o kadar çok istek birbiriyle çelişerek, yer değiştirerek var oluyor, o duygularla düşünceler sahiplerini bile şaşırtarak kaynaşıp duruyordu ki neredeyse bir tek insanın içindeki karmaşa tüm kâinatın düzenine meydan okuyabiliyordu.
Ve yeryüzünde, içinde belirsizliklerin, çelişkilerin, bilinmezlerin olduğu milyarlarca insan dolaşıyor, onların her birinin içinde varlığını sürdüren karmaşa birbiriyle çatışarak, vuruşarak büyük bir duygusal kaos yaratıyordu.
Kâinatı hangimiz temsil ediyorduk?
Aynı gece gizli bir emirle çiçeklerini açıveren o ağaçlar mı?
Aynı gecede defalarca fikir değiştirebilecek olan insanlar mı?
Sanki bütün bunların hepsini yaratan güç, düzeni ve düzensizliği birarada arzulamış, gezegenleri aynı yönde döndürecek kudretini, ağaçlara, karıncalara, tüm hayvanata ve nebatata hükmedecek kesin emirlerle ortaya koyarken, insanlar için açtığı ölüm ve hayat parantezinin içini boş bırakmıştı.
Kâinata hâkim olan “yedi” renkten daha fazla sayıda duygu, bütün kâinatı şekillendiren o “biri düz biri eğri” iki çizgiden çok daha fazla düşünce ve istekle dolu bir ruhu da o “parantezin” yanına koymuştu.
Kendisi yedi renkle iki çizgiden renk ve şekil mucizeleri yaratırken, çok “daha fazlasını” verdiği insanlardan da kendi “küçük” mucizelerini yaratmalarını beklemişti.
İnsanlara “şaşırtın beni” der gibiydi.
“Size bağışladıklarımla beni şaşırtacak işler yapın, eğlendirin beni, kendi mucizelerinizle bana kendi kudretimi kanıtlayın, benim kudretimin sadece mucizeler yaratmaya değil, ‘mucize yaratacakları’ da yaratmaya muktedir olduğunu gösterin.”
Bu, açıkça söylenmeyen, açıkça duyulmayan, toprağın içinde ağaçlara fısıldanan gizli emir gibi ruhlarımıza üflenmiş başka bir gizli emirdi.
Ağaçlar gibi insanlar da uymuşlardı bu emre.
Erguvanlarınki kendini tekrarlayan mucizelerdi, bir gecede hep birlikte açıveriyorlardı çiçeklerini.
İnsanlarınki kendini tekrarlamayan mucizelerdi.
Doğa “düzenden” yaratıyordu mucizesini, biz düzensizlikten yaratıyorduk.
Ağaçlar, balıklar, gezegenler, karıncalar, kediler “mükemmeldiler”, onların değişmesine, farklılaşmasına, yeni düzenler bulmasına gerek yoktu.
İnsanlar “mükemmel” değillerdi, mükemmele doğru ilerliyorlardı.
“Mükemmel” olanlar “kendi” mucizelerini yaratamıyorlardı, onlar ancak çok büyük bir “mucizenin” parçaları oluyorlardı, “yeni” mucizeleri ancak “mükemmel” olmayanlar yaratabiliyordu.
Eğer insanlar da ağaçlar gibi düzenli olsalardı, daha baştan mükemmel yaratılsalardı, hayat başladığı gibi devam eder, ona bir şey eklenmez, yeni mucizelerle çoğalmaz, hep beklenmedik olaylarla değişmezdi.
Bize, tüm insanlara Yaradan’ın büyük armağanı, hepimizi “eksik” yaratması, bu eksiklikle bize “mucizeler yaratma” gücünün yolunu açmasıydı.
Ama her şeyin olduğu gibi “mucize” yaratabilmenin de bir bedeli vardı, o mucizeyi yaratabilmek için büyük bir karmaşanın, belirsizliğin, çelişkilerin içinde çalkalanıyor, zaman zaman kendi duygularımızı bile kavramakta zorlanıyor, kendi ruhumuzda bir armoni oluşturmakta beceriksiz kalıyor, ihtiraslarımızın keskin çengellerine takılıyor, iyiliklerimiz kadar kötülüklerimizle kendimizi şaşırtıyorduk.
Ve, biz eksik “yaratıklar”, Yaradan’ın o kudretli mizah anlayışıyla, “mükemmel” olan her şeyden daha üstün, daha güçlü ve daha muktedirdik, değiştiriyor, çoğaltıyor ve mucizeler yaratıyorduk.
Erguvanlar gizli bir emre uyarak büyük bir düzenle aynı gece çiçeklerini açmışlardı.
Biz ise aynı gizli emir yüzünden yarın ne olacağını bile bilmediğimiz bir düzensizlik içinde kendi mucizelerimizin peşinde koşuyorduk.
Taraf