Kâinatın yaratılış gayesi ve başlangıcı gibi sorular eski devirlerden beri insanoğlunun zihnini meşgul ede gelen bir konu olmuştur. İnsanlık tarihi boyunca tüm din ve düşünce sistemleri evrenin ve insanın yaratılışı ile ilgilenmiş ve 'neden varlar' sorusuna cevap bulmaya çalışmışlardır. Bu konuyla yakından ilgilenmiş, farklı yorum ve görüşler ortaya koymuşlar. Bir kısmı; kâinatın ve içindeki tüm varlıkların başıboş olmadıklarını, bir nizam ve ölçü dâhilinde ve bir gayeye binaen yaratıldıklarını fark etmiş, doğruyu bulmuşlar. Bir kısmı ise, ateşböceği gibi akıllarına güvenerek, her şeyi akıl feneriyle çözmeye çalışmışlar. Neticede, doğru yolu bulamamış, tabiat bataklığına saplanmışlar.
Sadede dönecek olursak: “Varlık yaratılmamıştı ve Allah’tan başka hiçbir şey yoktu.”[1] Sadece O vardı. O bilinmeyen bir varlık ve sır idi. “Sırların sırrı” ve “Bilinmezlerin Bilinmezi” idi. O’nu bilen, tanıyan, bilecek ve tanıyabilecek hiçbir varlık da yoktu. Bir ve tek olan O vardı. O hiç kimsenin bilmediği sonsuz mükemmelliklerin, sıfatların, özelliklerin ve güzelliklerin saklı olduğu bir hazineydi; başlangıcı ve sonu olmayan Ezel Ebed Sultanı, bilinmek ve tanınmak istedi. Kendi Zâtında bulunan sonsuz mükemmellikleri, görmek ve göstermek istedi. Çünkü sonsuz mükemmelliklere sahip olan birinin tanınmaması ve özelliklerinin gizli kalması mümkün değildi. Bundan dolayı “Gizli bir hazineydim. Tanınmak istedim, tanınayım diye mahlûkatı yarattım.” buyurdu[2] Sonra Âlemlerin Rabbi “taayyün-i evvel” denilen sonsuz varlığın sınırsız gaye ve hikmetlerini içinde barındıran “Nur-u Muhammedî” (a.s.m.) çekirdeğini, bugünkü ifadeyle DNA’sını yarattı. Bu çekirdek; dalları sonsuzluk âlemine kadar uzanan yaratılış ağacının çekirdeğiydi. Görünen ve görünmeyen denilen gayb ve şehadet âlemleri, hep o çekirdekten sümbüllendi, büyüdü, gelişti âlemin her tarafına dalbudak saldı; böylece kâinat, âlemler ve tüm varlıklar O’na birer ayine oldu, her birinde tükenmez İlâhî isimler tecelli etti ve o “ayinede Cemalini gördü ve gösterdi.”
”Kâinat yaratıldığında henüz insanoğlu yoktu. Yüce Allah kâinatı, dünyayı yaşanabilir bir hale getirdikten sonra insanı yarattı. Ve kâinat onunla bir mana kazandı. Çünkü insansız bir âlem abes olurdu. “Cenab-ı Hak ise asla abes iş yapmaz.” Onsuz bir kâinat, öğrencisiz bir okul gibi olurdu. Bu sebeple insandan bahsetmek, aynı zamanda kâinattan, Cennetten, Cehennemden, ahiretten bahsetmektir. Çünkü insan olmasaydı Cennet ve Cehennemin de bir anlamı olmayacaktı. Dolayısıyla bütün güzellikler ve olumsuzluklar, insanla var olmuş ve insanla bir mana, bir değer kazanmıştır. Varlığın ve varoluşun merkezine insanı koyan Yüce Allah,”Biz, Âdemoğlunu şan ve şeref sahibi (değerli) kıldık…”[3] “Biz, insanı en güzel bir biçimde yarattık”[4] ayetleriyle insana verdiği önemi ve değeri ifade etmektedir. Çünkü “Yaratılış ağacının semeresi, meyvesi insandır. Bilindiği üzere, meyve ağacın bütün parçalarının ve kısımlarının en mükemmeli ve kökten en uzağıdır. Onun için ağacın bütün meziyet ve özelliklerini, içerisinde toplayan bir lüb, bir özdür.
Sonra Yüce Allah, o yaratılış ağacın meyvesi olan insandan bir tanesini İslamiyet ağacına çekirdek yapmıştır. O çekirdek ise İslam Âleminin hem temeli, hem kurucusu, hem güneşi ve yaratılmışların en üstünü ve faziletlisi, kâinatın Efendisi, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.”[5]
Öyleyse, kâinatın yaratılışındaki gaye, kâtibini tanıtan bir kitap olması; insanın yaratılışındaki gaye ise bu kitabı okumak ve kâtibinin kim olduğunu öğrenmek, tanımak, emirlerine uygun hareket etmek ve yaşamak olmalıdır.
Sonuç olarak
“Her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca, Ezel-Ebed Sultanı olan Yüce Allah, nihayetsiz kemâlâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki, şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki, herbir varlık pek çok dillerle Onun kemâlâtını zikreder, pek çok işaretlerle cemâlini, güzelliğini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının herbir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve her bir mukaddes unvanında ne kadar gizli güzelliklerin ve inceliklerin bulunduğunu, şu kâinat bütün varlığıyla ve mevcudatıyla göstermektedir.”[6]