Risale-i Nur’un nasıl okunması gerektiği konusunda bu bir ölçü, her ne kadar böyle söylense de nasıl okunması gerektiği konusunda örnek anlatımlar yok. Çok zaman alelacele bitirmek için yapılan anlatımlar… Anlamak için metni ve kelimeleri deşmek ve vurgulamak, kelime ailelerini anlatmak yok. Bu da çok özel bir kelime bilgisi gerektirir, bunu da yapacak çok kapasiteli insanlar gerekir. Aşağıda çok ideal bir model çizilmiş ama uygulaması yok gibi veya ben öyle düşünüyorum.
“Risâle-i Nur, sâir ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki îmân-ı tahkîkî ilimleri, başka ilimlere ve mârifetlere benzemez, akıldan başka çok letâif-i insâniyenin de kuvvet ve nurlarıdır. (O tarikat) misillü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizâcı ve ruh ve sâir letâifin teâvünü ayağıyla hâreket ederek evc-i âlâya uçar, taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakâik-ı imâniyeyi kör gözüne de gösterir.” (Kastamonu Lâhikası, s.10.)
Akıl anlayacak ve kalb hissedecek birlikte giderlerken diğer manevi latifeler de yardım edecek bu şekilde okuyan yüksek makamlara evc-i alaya uçar. Bu nasıl gerçekleşir?
Bediüzzaman teavünün felsefesini yapar, böyle bir ortak çalışma tarzı ve okuması yok. Bunu bir anlayıp uygulasaydık çok farklı yerlerde olurduk.
“Maddi ve manevi her şeyde yardımın ve içtimaın büyük kuvvet ve tesiri vardır. Evet, in’ikas sırrıyla, üç şeyin hüsnü içtima ederse, beş olur. Beş içtima ederse on olur. On içtima ederse kırk olur. Çünkü herşeyde bir nevi in’ikas ve bir nevi temessül vardır. Nasıl ki, birbirine mukabil tutulan iki aynada çok aynalar görünüyor; kezalik, iki üç nükte veya iki üç hüsün içtima ettikleri zaman pek çok nükteler, pek çok hüsünler tevellüt eder. Bu sırra binaendir ki, her hüsün sahibinin ve herbir sahib-i kemalin emsaliyle içtima etmeye fıtri bir meyli vardır ki, içtimaları zamanında hüsünleri, kemalleri bir iken iki olur. Hatta bir taş, taşlığıyla beraber, kubbeli binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeye meyleder ki, sukut tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef, insanlar teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar!”
Aşağıdaki cümlede ise kainat ve dünyayı meydana getiren cüzler arasındaki fiziki yardımlaşmayı anlatıyor.
“Bu mütemadiyen çalkanan inkılâplar ve tahavülâtlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeye çalışan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde teavün hakikati görünüyor. Meselâ, unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları, nebatatın mededine ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hâcetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrât-ı taamiye dahi hüceyrat-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi, teshir-i Rabbânî ile ve istihdam-ı Rahmânî ile, hakikat-i teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabbü’l-âlemînin umumî ve rahîmâne rububiyetini gösteriyorlar. Evet; câmid ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârâne, şuurdarâne vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i Zülcelâlin kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.”
İnsan bu kainattaki büyük yardımlaşan orduları taklid etmeli, yardımlaşmalı, paylaşmalı. Kelimeler ne kadar yüksek boyutlarda düşünülmüş.
Yardımlaşmanın başka bir yönden izahını yapar. Kainat adeta büyük çapta yardımlaşarak görevini yapar.
“İşte, kâinatta câri olan teavün-ü umumî, seyyarattan tâ zîhayatın âzâ ve cihazat ve zerrât-ı bedeniyesine kadar kemâl-i intizamla cereyan eden muvazene-i âmme ve muhafaza-i şâmile; ve semavatın yaldızlı yüzünden ve zeminin ziynetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin; ve kehkeşandan ve manzume-i şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim; ve güneş ve kamerden ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar memuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatlerin, büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri, kâinatın şehadetinin ikinci kanadını ispat ve teşkil ederler. Madem Risale-i Nur bu büyük şehadeti ispat ve izah etmiş; biz burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.”
Muvazene-i amme yani umumi denge de yardımlaşma ile yürür. Herkes birbirine katkıda bulunur. Herkes bir de işinin gerektirdiği enerjiyi ve kuvveti korur, çünkü aksi durum düzeni bozar. Süsleme fiili, bu da ancak yardımlaşma ile mümkün, tabiatın üyeleri birbirine yardım eder, çiçeğin güzelliği, suyun, bulutun, güneşin, toprağın teavünü ile mümkündür. Ne kadar hassas ve ruhi noktalara bakıyor, tezyinden sonra tanzim yani nizamlı hareket. Şimdi tavzif varlıkların herbirine görev veriyor, umumi maksadı temin için. Bu yardımlaşmanın ötesinde varlığın çalışmasını ve Allah’ın faaliyetini ayrıntısını veriyor. Bunlar yerini bulmadan zihinlerde yer edinmeden ölmek ne garip bir tutum.
“Teâvün ve tecavüb ve tesanüd ve tedahül ve muvazene ve muhafaza.” Yukardaki izahın başka bir yönden görülmesi. Yardımlaşma birbirinin isteğine cevap verme, bir maksad için sırt sırta verme, güç için bir birine dahil olma. Sonra denge, sonra vaziyeti korumak için muhafaza, Ehad ve Samet bu anlatımlar.
“Allah’tan başka ilâh yoktur. Nazîri mümteni ve O’ndan başka herşey mümkin ve Vâhid-i Ehad olan o Vâcibü’l-Vücud ki, mücessem bir kitab-i kebîr, muazzam bir kur’ân-i cismânî, munazzam ve müzeyyen bir kasr ve muntazam ve muhteşem bir memleket olan bu kâinat, sûrelerinin ve âyetlerinin ve kelimelerinin ve harflerinin ve bablarının ve fasıllarının ve sayfalarının ve satırlarının icmâıyla ve erkânının ve envâının ve eczasının ve cüz’iyatının ve sekene ve müştemilâtının ve varidat ve masarifinin ittifakıyla, bütün ulema-i ilm-i kelâmın icmâına müstenit hudus ve tagayyür ve imkân hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle ve suret ve müştemilâtının hikmet ve intizamla tebdili ve huruf ve kelimatının nizam ve mizanla tecdidi hakikatinin şehadetiyle ve mevcudatında müşahede ve ayân ile görünen teâvün ve tecavüb ve tesanüd ve tedahül ve muvazene ve muhafaza hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.”
Aşağıdaki metin Bediüzzaman’ın Safranbolu’daki talebelerinden Mustafa Osman’ın yazdığı mektubdan alınmadır. Bu mektubu Üstad tensib eylemiş ona öre yayınlanmıştır. Ama gerçekten büyük bir ihatası ve kudret-i kalemiyesi olduğu metinde görülüyor. Ben burada bir cümleyi aldım, o bütünü ile şerhedilecek bir metindir.
“Risale-i Nur mevid-i Ahmedi (a.s.m.) ve müjde-i Haydari (r.a.) ve beşaret ve teavün-ü Gavsi (k.s.) ve tavsiye-i Gazali (k.s.) ve ihbar-ı Farukidir (k.s.).”
Burada teavün kelimesi Hazreti Gavs’ın bir vasfı olarak anlatılır, her kim ondan isterse yardım edermiş.
Alttaki ayetlerde İslam’daki teavünün kaynağı olan ayetleri sıralar Bediüzzaman. Müminler kardeştir öyle ya kardeş kardeşe yardım eder. Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez. Niza etmeyiniz birbirinize düşmeyiniz, gücünüzü kaybedersiniz.
“İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatli, caiz ve vacip rüşvet ise, teavün-ü İslâmın esası ve hediye-i Kur’ân’ın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî kanun-u esasîsi olan
Aşağıdaki metinde Bediüzzaman’ın eğitime gönül vermiş bütün hayatında peşinden koştuğu idealinin anlatımı görülür.
“Dedim: "O vilâyat-ı şarkiye âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmünde, fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiya şarkta ve ekser hükema garpta gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı din ile kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okutturursanız da, Şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakikî kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde mecburuz."
Şimdi ben zehir hastalığıyla ziyade rahatsız vaziyette ve çok ihtiyarlık sebebiyle elli beş senelik bir gaye-i hayatımı görüp takip etmekten mahrum kaldığım gibi, Ankara’ya gidip şark terakkiyatının anahtarı olan bu müesseseye çalışanları ruh u canımla tebrik etmekten dahi mahrum kalıyorum.
Yalnız, otuz beş sene evvel Ebuzziya Matbaasında tab edilen Münazarat ve Saykalü’l-İslâmiye namındaki eserim, elbette Maarif Vekilinin nazarından kaçmamış. Benim bedelime o eser konuşsun. Ben hayatımdan ümidim kesilmiş gibiyim. Fakat o azîm üniversitenin temelleri ve esasatı ve mânevî bir programı ve muazzam bir tedrisatı nevinden, Risale-i Nur’un yüz elli risalesini kendime tevkil ediyorum. Bu vatan ve milletin istikbalinin fedakâr genç üniversite talebelerine ve maarif dairesine arz edip bu meselede muvaffakiyete mazhar olan Tevfik İleri’nin bu biçare Said’e bedel Risale-i Nur’a himayetkârâne sahip çıkmasını rahmet-i İlâhîden niyaz ediyorum.“
Şu ana gelmişiz ben Iğdır’dayım. Din ve kültür bunalımı zirvede. Bediüzzaman yüz yıl önce bu bunalımı çözmek istemiş ama duyan yok, anlayan yok. Siyasilerin önünde el bağla, otur haline ağla.
“Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise: Nokta-i istinâdı, kuvvete bedel haktır ki; şe’ni, adâlet ve tevâzündür. Hedefi de, menfaat yerine fazilettir ki; şe’ni, muhabbet ve tecâzübdür. Cihetü’l-vahdet de, unsûriyet ve milliyet yerine, râbıta-i dinî ve vatanî ve sınıfıdir ki; şe’ni, samîmî uhuvvet ve müsâlemet ve hâricin tecâvüzüne karşı yalnız tedâfü’dür. Hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki; şe’ni, ittihad ve tesanüddür.”
Yukardaki cümlede hayatı mücadele gören mantığa göre Müslümanın ve Müslüman içtimai hayatın düsturu yardımlaşmadır. Bir halimize bak.
Aşağıdaki şiirde sahabenin hayatından bir örnek verir muhterem Akif. Yermük Savaşında geçer olay, aramızda ne kadar fark var herkes hisseder. Buna teavün demek yetmez, yardımlaşma hiç gitmez. Hayat için en zaruri şeye muhtaç olduğu bir anda arkadaşını tercih etmek.
VAHDET
Huzeyfetü’l-Adevî der ki:
«Harb-i Yermûk’ün,
Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün.
İkindi üstü biraz gevşeyince, sanki, kıtâl,
Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl,
Mücâhidîn arasından açıldım imdâda,
Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrâda.
Ne ma’rekeydi ki, çepçevre, göğsü kandı yerin!
Hudâ’ya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin,
Şehîdi çoksa da, gâzîsi hiç mi yok? .. Derken,
Derin bir inleme duydum... Fakat, bu ses nerden?
Sırayla okşadığım sîneler bütün bî-rûh...
Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecrûh.
Dedim: «Biraz su getirdim, içer misin, versem? »
Gözüyle «Ver! » demek isterken, arkadan bir elem,
Enîne başladı. Baktım: Nigâh-ı merhameti,
«Götür! » deyip bana îmâda ses gelen ciheti.
Ne yapsam içmeyecek, boştu, anladım, ibrâm;
O yükselen sese koştum ki: Âs’ın oğlu Hişâm.
Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları:
Su istiyordu garîbin dönüp duran nazarı.
İçirmek üzre eğildim, üçüncü bir kısa «ah!
Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan, nâgâh!
Hişâm’ı gör ki: O hâlinde kaşlarıyle bana,
«Ben istemem, hadi, git ver, diyordu, haykırana.»
Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı...
Yetiştim, oh, kavuşmuştu Hakk’a son nazarı!
Hişâm’ı bâri bulaydım, dedim, hemen döndüm:
Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm!
Demek, bir amcamın oğlunda vardı, varsa, ümid...
Koşup hizâsına geldim: O kahraman da şehid.»
Şark’ın ki mefâhir dolu, mâzî-i kemâli,
Yâ Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki hâli!
Şîrâzesi kopmuş gibi, manzûme-i îman,
Yaprakları yırtık, sürünür yerde, perîşan.
«Vahdet» mi şiârıydı? Görün şimdi gelin de:
Her parçası bir mel’abe eyyâmın elinde!
Târîhine mev’ûd-i ezelken «ebediyyet»,
Ey, tefrika zehriyle şaşırmış giden, ümmet!
«Nisyân»a çıkan yolda mı kaldın güm-râh?
Lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâh!
Mehmet Akif Ersoy