Kalbimiz temiz mi?

Alaaddin BAŞAR

“Günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor.” Lem’alar

Allah, göze hidayet etti. El, tuttuğu elmayı göremezken o güneşlerde, yıldızlarda dolaşmaya başladı...
Allah, dile ve kulağa hidayet etti. Biri tatları, diğeri sesleri görür hâle geldi...

Allah, akla da hidayet etti. Ona istidlâl gücü verdi. Ortaya bir iddia atabiliyor, onun doğruluğuna deliller getirebiliyor ve bir hükme varabiliyordu. “Bir iğne ustasız olmaz, o halde insanın ve onu kuşatan bütün eşyanın da mutlaka bir yapıcısı, yaratıcısı olmalı” diyebiliyordu. Ama, “O Zât kimdir? İnsanı niçin yaratmıştır? Bu âlem ne mânâ ifade ediyor? Bu hayatın ötesi var mı?” gibi nice sorulara cevap bulamıyordu..

Ve Allah, Peygamberler (a.s.) göndermek suretiyle, bütün insanlara hidayet etti. Bu, O’nun en büyük hidayetiydi. Böylece insan, Rabbini, sıfatlarıyla, isimleriyle, fiilleriyle ve bunların âlemdeki tecellileriyle tanıma imkânı bulmuş oluyordu. Ama bu büyük şereften nasiplenmek insanın iradesine bırakılmıştı. İnsan, Peygamberleri (a.s.) ve onlara inzal olunan kitapları dinleyip dinlememekte serbestti. Bu tercih hakkı, neticede, Cennet ve Cehennemi meyve verecekti.

Bu bir imtihan idi. Ve bu imtihanın gereği olarak insana nefis verilmiş, şeytan musallat kılınmıştı. İslâm fıtratı üzere tertemiz yaratılan insan, ergenlik çağında temizlerle pislerin yol kavşağına geliyordu. Acaba temizliğini muhafaza edebilecek miydi?

O pırıl pırıl gözünü temiz tutabilecek miydi? Yoksa onu haramlara bakmakla pis mi edecekti? Aklını temiz tutabilecek miydi? Yoksa onu yanlış fikirlerle tozlandıracak, yıpratacak, lekeleyecek miydi?..

Bu sorular, bütün organlar ve bütün duygular için de geçerliydi. Ve nihayet insan, bütün bu sayılanların hizmetçi oldukları kalbini, temiz tutabilecek miydi? Yoksa onu bâtıl inançlarla, şirkle, küfürle, isyanla, haramla, mekruhla ve hurafelerle pisletecek, mahv mı edecekti?

Ve Kur’an-ı Kerîm, insana, bu büyük meselede muvaffak olması için, Rabbine sığınmasını ders veriyordu.

... Biz o en büyük hidayet rehberinin ilk sûresini okuyor ve “bizi sırat-ı müstakime hidayet et” diye Rabbimize dua ediyoruz. Bu sûreyi hemen takip eden Bakara Sûresi’nin ilk âyetlerinden de Kur’an’ın takva sahipleri için bir hidayet, bir yol gösterici, bir rehber olduğunu öğreniyoruz.

Bu haberin devamında takva sahiplerinin sıfatları haber veriliyor:
“O takva sahipleri ki, görmedikleri halde Allah’a ve O’nun bildirdiklerine iman ederler.”

“Namazı ikame ederler. (Dosdoğru kılarlar, devam ettirirler.)”

“Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, Allah yolunda bağışta bulunurlar.”

Bu üç madde, Kur’an-ı Kerîm’de iman ve salih amel hakkında ne kadar bahis varsa, hepsinin hülâsası, özeti mahiyetinde.

Birinci madde imanı ifade eder, diğer ikisi ise salih ameli özetler.

Yapılan ibadetler ya bedenîdir, ya malî. Birinci gurup namazla, ikincisi ise infak ile, yâni zekât ve sadaka ile temsil edilmiş.

Allah’ın razı olduğu bir kul olmanın, hidayete kavuşmanın, kalb-i selime ulaşmanın yolları bunlar.

Ruh böylece terakki edebiliyor ve kalp bu sayede temizleniyor.

Bazı kimseler, kalp temizliğini sadece, insanlar hakkında bir kötülük düşünmemek, yahut yardımsever olmak gibi çok basit bir mânâda anlıyorlar. Bununla da kalmayıp, insanlara iyi davranmakla, Allah’a ibadet mükellefiyetinden kurtulduklarını zannediyorlar. Bu, şeytanın bir desisesi, nefsin bir oyunudur. Bu oyuna gelenleri aldatan sebeplerden biri, “hata emsal olmaz” prensibine göz kapamaları. Bunlar, namaz kılan, ibadet eden bir mü’minin günlük hayatında İslâm’ın ruhuna ters düşen ve diğer insanlara zarar veren bir takım noktalar tespit ediyorlar. Bunları öne sürüyor ve “bu adam namaz kılıyor ama, şu hataları da işliyor, ben ise, onun düştüğü hatalara düşmüyorum” diyerek kendi ibadetsizliklerine, onun kusurlarında bir özür kapısı bulmaya çalışıyorlar.

Bu tip yanlış değerlendirmeler sadece namaz kılmayanlara mahsus değil. Namaz kılan bir mü’min de İslâm’ın diğer emirlerini kendisinden daha iyi yerine getiren bir kardeşi hakkında benzer şeyler söyleyebiliyor.

Hidayet rehberimiz, Peygamber Efendimiz’den (a.s.m.) bir Hadis-i Şerif:
“İbtida bir günah işlendiği zaman kalpte bir kara leke hâsıl olur. Eğer sahibi pişman olur tövbe, istiğfar ederse kalp yine parlar.”

Bu Hadis-i Şerif’den temiz ve selim kalbin, ancak günahlardan salim olan ve isyanlarla kararmamış bir kalp olabileceğini öğreniyoruz.

“Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen” o hidayet rehberinin (a.s.m.), işe tevhidden başlaması ne kadar mânidardır. Tevhidden sapan, şirke düşen ve putlara tapan bir kalbin temiz olması mümkün mü? Onun irşadıyla şirkten kurtulan, temizlenen mü’minlere bu defa ibadet emri verilmiş. Rabbinin emrini dinlemeyen bir kalbin temiz olması nasıl düşünülebilir?

Babasının sözünü tutmayan bir çocuğa, hemen “terbiyesiz”, “ahlâksız” damgasını vuran insanoğlu, bu hareketiyle, Allah’a isyan eden bir insanın en büyük ahlâksızlığı yapmış olacağını peşinen kabul etmiş olmuyor mu?

Farzlar te’vil kaldırmaz. Onlarda yanlış yorum yapmaya ve hakikatı saptırmaya kimsenin hakkı yoktur. Zira, ortada te’vili gerektirecek bir kapalı nokta mevcut değil. Allah emretmiş, Resulûllah (a.s.m.) da bu emrin nasıl yerine getirileceğini bir ömür boyu mü’minlere öğretmiş, tâlim etmiş. Asr-ı Saadeti takip eden bütün asırlarda bu emirler aynen tatbik edilmiş. Bu devirlerde yetişen mürşidler, mü’minlerin Hak yakınlığında daha ileri gitmeleri için, farzların yanısıra nafile ibadetlere de büyük önem vermişler. Her taraf câmilerle, mescidlerle, medreselerle, tekkelerle dolup taşmış. Derken âhir zamana gelinmiş. Dünyaya dalma, dinden uzaklaşma, sefahatta boğulma, menfaat peşinde koşma devri gelip çatmış. İbadet terkedilmiş, ilim bir yana atılmış, irfandan uzaklaşılmış, kalplerde takva hissi azaldıkça azalmış. Bu zehirli iklimde, bu bozuk atmosferde, nasıl olmuşsa olmuş, yeni bir grup çıkmış ortaya: Kalbi Temizler Ekolü.

Bunlar bütün Peygamberlere (a.s.), bütün ashaba, bütün evliyaya ve nihayet on dört asrın bütün mü’minlerine muhalif bir caddede yürümeye başlamışlar. Bu ekolün mensupları, kendi haklarında, tevbe kapısını âdetâ kapamışlar. Zira, isyanlarını göremez hâle gelmişler; daha kötüsü, onları müdafaa etmeye başlamışlar. Kendilerini Allah’a ibadet etmeye çağıran mü’min kardeşlerine verdikleri cevap, her defasında: “Sen benim kalbime bak” şeklinde olmuş.

Ben senin kalbine nasıl bakayım? Kalp manevî olduğu gibi, onun hassaları, lâtifeleri de manevî. Bunlar tezahür olmadan, açığa vurulmadan nasıl bilinebilir!?

Karşınızda açlıktan inleyen bir zavallı. Ve yanıbaşında para küpü denecek kadar zengin biri. Niçin bu adama yardım etmiyorsun diyecek oluyorsunuz: “Yardım etmediğime bakma, benim kalbim şefkat dolu, merhamet dolu...” diye karşılık veriyor size.

Şefkat ve merhamet, kalbe ait güzellikler. Ama onlar, fukaraya serilen sofrada, yahut verilen sadakada kendini gösterir.

Takva, kalbe ait bir başka güzellik, bir başka kemâl. O da, günahlardan uzak kalmakla ortaya çıkar, bilinir.

İmanın da bir tezahürü vardır. Kişinin kalbindeki imanını diliyle de ifade etmesi gerekir. İman ancak böylece sahih olur. Dilden şehadet olarak dökülmeyen bir imanın varlığına nasıl hükmedilebilir?

Kalbin, Allah’ın emirlerine karşı itaatkâr olması da bir başka güzelliktir. Bu güzelliğin tezahürü, belirtisi, nişanesi, ispatı ise ibadettir.

Kalplerinin temizliğini iddia ederek ibadetten kaçanların büyük çoğunluğu, haram eğlencelerle ruhlarını karartan sefihler ve maddeden başka birşey düşünemez hâle gelmiş sefillerdir.

Az da olsa, bu sözü sarfedenler içerisinde, biraz kitap karıştıran, ama yanlış fikirlerle ruhlarını yaralayan, ölçüsüz okumalarla ölçüyü kaçıran, tiplere de rastlamak mümkün. Bunlar belki sefih değillerdir, ama eksik bilgileri onları yanlış fikirlerin, sapık mezheplerin müdaafasına götürmüştür. Ne var ki bunun da gafilidirler.

Bunlar: “Biz âyetlerin bâtınî mânâlarına uyuyoruz, biz hakikate ermiş, kalbimizi temizlemişiz” diyerek nefislerine prim verir, ibadetten kaçarlar.

İslâm âlimlerince ehl-i dalâlet kabul edilen, yâni hak yoldan sapmış olan yetmişiki fırka var. Bunlardan birisi de, Bâtınîlik; diğer adıyla, İsmailiyye mezhebi. Bunlara göre, esas olan âyetlerin bâtınî mânâlarıdır, onu da ancak masum imamlar bilirler. Bir bâtınî, kendince masum, günahsız, temiz kalpli zannettiği imamların bir takım indî ve nefsî yorumlarını olduğu gibi kabul ederek âyetin zahirini inkâr eder, yâni namazı inkâr eder, orucu, haccı, zekâtı inkâr eder. Bütün bu emirleri bâtınî(!) mânâda anlar, ibadetsiz yaşar ve hakikatten sapar.

İndî ve nefsî dedim. Bir tek misal, bu ifadeye hak vermenize yetecektir sanırım. Bâtınînin masum zannettiği bir imam, Kur’an-ı Kerîm’deki şarapla ilgili âyetleri, “Hz. Ebubekir (R.A.)” olarak izah eder. Yâni, içkiden sakınmaktan murad, ona göre, Hz. Ebubekir’den (r.a.) uzak kalmaktır. Böylece iki katlı bir belâya düşer. Hem Hz. Resulûllah’ın (a.s.m.) yıldızlara benzettiği ashaptan en ileri gelen bir zâta hakaret eder, hem de bunun peşin bir cezası olarak içkiyi mübah görür ve belâsını bulur...

Bâtınî mânâ tasavvuf erbabında da vardır. Ama onlarda esas prensip: “Zâhire muhalif olan her bâtın bâtıldır” kaidesidir. Bu esastan hareket ederek ahkâm âyetlerinin zahirini kabul ederler, gereğini yerine getirirler ve bu hususta katiyetle tevile sapmazlar. Bunun dışında, âyet-i kerimelerdeki ince mânâlara da nazar eder, ruhlarını böylece daha da kemale erdirmek isterler.

Büyük mutasavvıf Abdulkadir Geylânî Hazretlerinden bir misal vererek bu mevzuya biraz açıklık getirmek isterim: Süleyman Aleyhisselâm, Yemen Melikesi Belkıs’a, kendisini tevhide davet eden bir mektup gönderir. Bu mektubunda, Süleyman Aleyhisselâm Belkıs’a hitaben: “Bana karşı baş kaldırmayın, teslimiyet göstererek bana gelin” diye yazar. Belkıs durumu kavminin ileri gelenleriyle müşavere eder. Bu müşaverede, bir ara, Belkıs’ın şöyle dediğini de Kur’an-ı Kerîm’den öğreniyoruz:
“Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi orayı perişan ederler ve halkının ulularını hakir hâle getirirler.”

Bu âyet-i kerimeyi okuduğunda Hz. Geylânî’nin (k.s.) ruhunda şöyle bir mânâ inkişâf eder: “Bir kalbe de Allah sevgisi hâkim oldu mu, o sevgi diğer bütün sevgileri dışarı atar, onları hor ve hakir kılar.”

Burada, Yemen inkâr edilmiyor, Belkıs da tevil edilmiyor. Onun müşavere heyetinin varlığı da kabul ediliyor. Sadece bu kıssadan kalbe gelen bir hisse dile getiriliyor o kadar.

Ehl-i sünnet itikadının mensupları olarak biz, emir ve yasaklara dair âyetlerin zâhir mânâlarını aynen kabul ederiz. Namazı namaz olarak anlar, kılarız. Orucu oruç olarak bilir, tutarız. Diğer bütün ibadetleri de elimizden geldiğince yerine getirmeye çalışırız. Kalbimizin, ruhumuzun ancak böylece isyandan temiz kalacağına ve terakki yoluna gireceğine inanırız. İbadetlerimizi lâyıkınca yapamazsak bile, biliriz ki, biz ibadet etmekle bir emir tutmuşuzdur. Bunun ecrini, inşaallah, alacağımıza inanırız. İbadetimizi en iyi şekilde yapabilsek, onun hakikatine erebilsek elbette çok daha iyi; ama nefsimiz buna mâni ise, günahlarımız buna perde ise, ibadetlerimizi lâyıkınca yapamıyoruz diye onu büsbütün de terk etmeyiz. Zira, çok iyi biliriz ki, ibadeti inkişaf ettirmenin yolu yine ibadetten geçer. Bir duvar ustası bile, noksan yapa yapa bir gün kemâle eriyor, yoksa işi bırakarak mahir olmuyor.

Bir insan, namaz kıldığı halde nefsini yenememişse, işlerini Rabbinin emirlerine göre tanzim etmiyorsa, bu adam namazın hakikatına erememiştir. Ama o kul, bu hatasını namazı terkederek tedavi edecek değildir. Bunun yolu yine namazdan geçer. Bu adam namazını böylece kılmaya devam etse de özlenen o kemal noktaya varamadan ölse ne olur? Mahşerde, o büyük hesap gününde, namazının sevabı da tartılır, işlediği hataların günahı da... Neticede, günahları galip gelse ve Cehenneme gitse de, sonunda yine Cennete döner. Ama elbetteki oradaki makamı da o noksan namazına uygun olacaktır...

O mizanda, zerre kadar iyilik de kötülük de tartılacak. Biz, “kalbimiz temiz” diyerek nefsimizi baş köşeye oturtup başkalarının günahlarına bakacağımıza, kendi noksanlarımızla ilgilensek ve onları tamamlamaya gayret göstersek o gün daha kârlı çıkarız. Biz o âlemde, başkalarının hatası nispetinde değil, kendi sevabımız miktarınca derece alacağız. Başkasının noksanlığı bizi yükseltmeyecek. Bu dünyada bile onun misâllerini yaşamıyor muyuz!?.. Bir meyveye elimiz erişmediği zaman, ayağımızın altına birşeyler koyuyor ve ona ulaşıyoruz. Yoksa, boyu bizden daha kısa olanlara bakmakla midemize birşeyler gitmiyor.

Geliniz, hayalen mahşere gidelim:
“Günahkâr bir kimse ister ki o günün azabından (kurtulmak için) oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran sülâlesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de tek kendisini kurtarsın.” (Mearic Sûresi, 11-15)

Şimdi bu âyetin sergilediği tabloyu birlikte seyredelim. En yakınlarımızı bile feda etmemizin para etmeyeceği o meydanda, başkalarının kusurlu oluşunun bize bir fayda sağlamayacağını iyice anlayalım. Sonra dönelim dünyaya, kendimize gelelim. Kusurlarımızı görüp, noksanlarımızı bilelim. “Senin kalbin temiz” diyerek bizi oyalamaya çalışan ve ibadetten uzaklaştıran nefsimizi en büyük düşman tanıyalım. Onunla çarpışalım. Zaman en büyük sermaye. Onu başkalarını tenkide değil, kendimizi tekmile sarf edelim.

Ancak böylece kârlı çıkacağız. Ama gel gör ki, başkalarıyla uğraşmaktan kendimize vakit ayıramıyoruz. Sorularla İslamiyet

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.