Basit bir tespitle kendimizi iki kategoride değerlendirebiliriz. Biri olumlu yanımız ki buna hükmeden kalbimizdir, diğeri olumsuz yanımız;bunun da başını çeken nefsimizdir.
Kalbimiz ile nefsimiz her zaman birbirine rakiptir. Öylesine ki birinin olduğu yerde diğeri yoktur. İkisini bir arada etkin bir şekilde tutmak mümkün değil. Kalp nefsin arzularına bütünüyle yabancı,kalbin manevi gıdalarından da nefis hoşlanmaz.
Kalp tek bir yaratıcıya bağlanmakla gerçek özgürlüğü yaşamaktan hoşlanırken, keyfi çektiği gibi yaşamak isteyen nefis ise, bunun tam tersi değişik köleliklere talim eder. Birbirine zıt yaratılış ve istekleri olan kalp ile nefis arasında müthiş boğuşmalar sürüp gider. Bütün huzursuzlukların kaynağıdır bu itişip kakışmalar. Kavgaların alanı da bedenimizdir; rahatsız olan maddi ve manevi varlığımız.
Böyle olunca, kaç kişimiz, birbirinden farklı bu iki yapımıza bakıp, kendisine çeki düzen veriyor? Kaç kişimiz kalbin arzularını doyurmak için alıştırmalara yoğunlaşıyor? Kaç kişimiz nefsimizin bize yaptıklarından kendisini sorguya çekiyor? Ve kaç kişimiz zaman zaman huzurumuz kaçtığında hangi yanımızın etkin olduğunun farkına varıyor?
Aslında her gün bu iniş çıkışları yaşıyoruz. Bunlardan da son derece rahatsız olduğumuz kesin. Bunlar, çoğunlukla bizi asıl görevlerimizden de alıkoyan çekişmeler; örneğin ibadetimizi üstünkörü yapıyoruz, çok önemli öncelikli işimize ilgisiz kalıyoruz. Bazen de günlerce bu iniş çıkışların acısını içimizde çekip duruyoruz. Bazen de kalbimiz devreden çıkıp kendimizi nefsimizin güdümüne terk ediyoruz. İşte tam bu zamanda nefsimiz zaferini ilan ederek naralarıyla içimizi çınlatıyor.
Kendimizden geçiyoruz. Kendimizi toparlayıncaya kadar olan oluyor. Belki de çok sonra kalbimizin ve vicdanımızın zayıf ve ölgün sesini duyuyoruz. Bu sese kulak verip darmadağın olan duygularımız bir araya gelinceye kadar daha geri gelmemecesine çok önemli fırsatlar elimizden uçup gidiyor.
Kalp ile nefis arasında aslında duran yine biziz. İrademizle ya ona, yani nefse ya da buna, yani kalbe yönelmek durumundayız. Kalbimizi diri tutmak için gösterdiğimiz her eğilim, güzellikler dünyasına attığımız bilinçli adımlardır. Bu eğilimi nefsimizden yana kullandığımızda bizi yıkımlar bekler; bu durumu elbette istemeyiz. Yok, sessiz kalsak, yani bir niyet ve eylem göstermezsek, bu durumda da her zaman zafer kazanan nefsimiz olacaktır. Çünkü nefsimiz, her zaman yıkımdan yana olduğu ve çoğunlukla iradeye de aldırmadığı için yaptırım gücü bakımından daha etkin. Kalp her zaman olumludan, yapmadan yana tavır takındığından, ulaşmak istediği amaca kavuşabilmek için, yardıma ve birçok aşamalara ihtiyaç duyar. Allah’ın kalbimizi sürekli destekler oluşu, peygamberlerin gelmesi bunu göstermektedir. İşte bundan ötürü kalp ile nefsin tam ortasında olan biz, kalbimizden yana olmak zorundayız. Nefis daha şirrettir, sesi daha baskın çıkar; kendini inandırmak için olur olmaz şeyleri gündeme getirir ve cerbezeye sarılır.
Üstelik kalp nefsin işlediği günahlar ve türlü istekleriyle yara aldığında, daha da sessizleşir, etkinsizleşir. Kalbimizin sesi kısıldıkça, olumlu yanımızın akıl ve vicdan başta olmak üzere bütün duygularımız sönükleşmeye yüz tutar. İşte özgürlüğümüze bir daha kavuşmamızın hayal olduğu dönemdir bu. Küçük büyük günahları bize yaptıran nefsimizdir. Her günah da kalbi yaralar, kalbin hastalığına, rahatsız olmasına sebep olur. Bediüzzaman’ın “Binaenaleyh, cismin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme! Çünkü, kalbin kasavetinden bir zerre, seni şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsufa tutturur.” cümlesinde ifade ettiği gibi,nefsin bizi bulaştırdığı günah,içimizin ışıklarını söndürür ve yapacağını çoktan yapmış olur.
Merkezimiz olan kalbimiz nefsin baskınlığıyla işlevini kaybetmek üzere ise şayet, bize düşen bir şey yok mu? Kalbimizin devre dışı düşmesine göz mü yumacağız? Bu takdirde bizim yıkımımız demektir.
Ama yok, öyle durup acımıza, yıkılışımıza seyirci kalamayız. Bütün tarikatların, hak yolların, tevhit yollarının amacı insanı bu acılardan uzak tutup kalbi hastalıklardan kurtararak “kemal” yoluna sokmaktır. Bunun tek yolu nefsi saf dışı bırakarak ya da etkisiz hale getirerek kalp yolunu açmaktır; kalbin kumandanlığını ilan etmektir.
İbn Kayyım el-Cevziyye’nin “Tıbbü’l-Kulûb” adını verdiği ve “Nefis Terbiyesi” olarak tercüme edilen kitabında, kalbin sağlığı konusunda ayet, hadis ve büyüklerin sözleriyle harmanlayarak bundan yıllar önce kaleme aldığı güzel bir eserinden yararlanarak, hem kalbimizin sağlıklı olup olmadığını anlamak, hem nefis sorgulamasını yapmak ve hem de kendimizi uyanık tutmak için, yeri gelmişken bir test uygulasak yararlı olacağını sanıyorum:
-Rabbimizi anmaktan geri kalıyor, O’nun yolunda olmaktan usanıyor muyuz?
-Bir ibadetimizi ya da bir virdimizi ihmal ettiğimizde, açgözlü birinin malını kaybettiğinde duyduğu üzüntüden daha fazla üzülür ve acı çekiyor muyuz?
-Aç ya da susuz kimsenin yemeğe ve suya aşırı arzu duyması gibi Allah’ın emir ve nehiylerine uymaya can atıyor muyuz?
-İbadete, örneğin namaza başladığımızda bütün sıkıntı ve dünyaya ilişkin telaşımızı arkada bırakıp bir “oh!” çekebiliyor muyuz?
-Dünyada yaşarken biricik amacımızın yalnız Allah’ı razı etmek olduğuna inanıyor muyuz?
-Zamana karşı cimri davranıp onun boşa harcanmasından korkuyor muyuz?
-Yanlış yaptığımızda düzeltmeye kalkışıyor ve daha güzel işler yapmaya özen gösteriyor muyuz?
Tüm bu sorulara olumlu cevap verebiliyorsak kalbimizde olumsuzdan yana bir hastalık yoktur. Şunu unutmamak gerekir ki, sağlıklı kalp, Allah’la dolu olan kalptir; O’na iştiyak duyan, O’nsuz edemeyen…
Kalp her zaman doğruyu bulma yeteneğine sahiptir; yeter ki nefis, yolunda büyük engel oluşturmasın. İşte bu yüzdendir ki, tezkiyeye önce nefisten başlar kutsal yolun yolcuları. “Nefisle cihat”ını kazanamayanlar, bütünüyle kalplerinin temizliğine kavuşamazlar.