Ziver’di adı, büyük Üstad altın çağdan altın bir simanın Zübeyir b. Avvam’ın ismiyle hitab etti ona, “Zübeyir” dedi.
Zübeyir Gündüzalp; Nur’un fedaisi…
Zübeyir Gündüzalp; yiğitler yiğidi, kahramanlar kahramanı.
Fedakârlıkta yiğit, feragatta zirve, imanda ihlâsta emsalsiz, çelikten daha sert irade, granitten dağları eriten sabır, Risale-i Nur’a ve Üstadına sadakatte sancak olmuş bir büyük zat, yüceler yücesi bir insan…
Bir zalim zamandı yaşadığı devir. Asrın emanetine, Kur’an dellalına sahip çıktığı, hizmet ettiği için çok acılar çekmek vardı. Zira Bediüzzaman’ın mesleği sahabe mesleğiydi. Aç kalmak var, çile var, hapishane var, işkence var. Zübeyir Gündüzalp bunların hepsini yaşadı. Ayaklarının tabanları parçalanana kadar falakada sopa yediği, o ayaklarla tuz üstünde yürüdüğü de oldu. Her fırsatta kendini dövenlere zillet göstermiyor “Vur, vur!” diye haykırıyordu. Zalimler onun sesinden irkiliyor ve korkarak vurmayı terk ediyorlardı.
Ama o böylesi cefalara maruz kaldığı yerlere, Üstad’ı ve Nur talebesi kardeşlerine kavuşmak için kendi kendini ihbar ederek, hapse gönüllü olarak gidiyordu.
Yine Üstadını terk etmemek için, yanlışlıkla erken tahliye edildiğini görevlilere söyleyip, tekrar tevkif edilmesine sebebiyet veriyordu.
Bu nasıl aşktı, nasıl sevdaydı tarif edilmez.
Zira o, sıradan biri değildi.
Bediüzzaman bir gün, Pakistan devlet adamlarından Ali Ekber Şah’ı Emirdağ’dan yolcu etmek üzere bir miktar mesafe misafirine refakat etmiş ve Ekber Şah’la vedalaşmaya hazırlanırken sadakat timsali, yakın hizmetkârı Zübeyir Gündüzalp çıkagelmiş. Bunu üzerine Bediüzzaman, “Biz, bir veziri uğurlamaya geldik, başka genç bir veziri de karşılamaya gelmişiz” diyerek seviniyordu.
Mana âleminin padişahlarından olan Bediüzzaman, onu vezirliğine kabul etmiş ve yine onun için şöyle demişti..
“Ben Zübeyir’imi kainata değişmem!”
Zübeyir Gündüzalp’i tanıyanlar; onun vasıflarını, ondaki ruh kalitesini anlatmakla bitiremezler. Afyon mahkemesinde adeta bir arslan gibi kükreyerek, yaptığı müdafaasını okuyanlar anlatılanların abartı değil, hakikatin ta kendisi olduğunu idrak ederler.
İşte bazı pasajlar:
“Yirmi seneden beri milyonlarla insana; din, iman, İslamiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’an tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehbaya ‘Allah…Allah…Yâ Resûlallah!...’ sadalarıyla koşarak gideceğim.”
“Komünizme kapılıp dininden çıkan, ebedî felâketlere yuvarlanan ve vatan haini olarak kurşuna dizdirecek cürümlerden gençlerimizi koruyan Risale-i Nur uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğsümü gereceğim.”
“Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafıma sıçrayacak kan damlalarının ‘Risale-i Nur… Risale-i Nur’ yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum.”
“Bir milletin gençliği ne zaman Kur’an ve ondan lemeân eden ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmiş ise, o vakit o millet, terakki ve teali etmeye başlamıştır. Gençlik, iman ve İslamiyet ihtiyacıyla yanan ruhlarını Kur’an tefsiri Risale-i Nur’un füyûzat ve envarıyla doldurmaya başlamıştır. Böylelikle tahkikî bir imana sahip olacak gençliğimiz; dinsizliğe, komünistliğe karşı mücadele edip, vatanlarını İslam düşmanlarına asla sattırmayacaklardır. Bunun için; eğer komünistler mürekkep ve kağıdı yok etmek imkanı da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedai olup, hakikat hazinesi olan Risale-i Nur’un neşri için, mümkün olsa derimizi kağıt, kanımızı mürekkep yaptıracağız.
‘Evet…Evet…Evet…binler defa evet!...’”
“Savcı iddianamesinde diyor ki, Said Nursî eserleriyle üniversite gençliğini zehirlemiştir!” bizde buna mukabil deriz ki: Eğer Risale-i Nur bir zehir ise bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa bize tayyarelerle sevk etsin.”
“Biz Risale-i Nur’un talebeleri iman ve İslamiyet hizmeti uğrunda zalimlerin zulmüne maruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya dar ağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmeti Kur’aniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehit olmayı büyük bir lütf-u İlâhi biliriz.”
Yanardağdan lâv fışkırmasına benzeyen bu ateşîn ifadelerden sonra Zübeyir Gündüzalp’i biraz daha yakından tanıyabilmek için bir Nur talebesine yazdığı ayn-ı sadakat ve feragat dersi veren mektubunu okuyalım:
“Aziz, Muhterem Kardeşim…
Mâdem ki İslâm’ın her derdine razı olduğunu bildiriyorsun, bu müjdenle bize aşk ve şevk veriyorsun. O halde iyi dinle:
Vazifen; dikenler arasında güller toplayacaksın, ayağın çıplaktır, batacak. Elin açıktır, ısıracak. Buna sevineceksin!...
Firavunlar kucağında büyüyen çocuk Musaları safına alacaksın. Aldığın için dövecekler. Konuştuğun için zindana koyacaklar, sevineceksin!...
Çöllere sürülürsen kanınla ağaç yetiştireceksin, yeşilliği sevmeyenler olacak. Yakacaklar, yıkacaklar. Sen bunu sabırla seyredeceksin!...
Karanlık zindanlara atarlarsa ışık; paslı vicdanları görürsen ümit; imansız kalplere rastlarsan, Nur vereceksin. Sen verdiğin için suç, sen getirdiğin için ceza; sen konuştuğun için mahkûm olacaksın. Ve buna şükredeceksin!...
Anadan, yardan, serden ayrılacaksın. Candan, gönülden Kur’an’a sarılacaksın. Damla iken deniz, nefes iken tayfun olacaksın. Derdini yazmak için derini kağıt, kanını mürekkep edeceksin. Kimse ile görüştürmezlerse mecnun olup çöllere düşeceksin. Leylâ arar gibi Nur arayanları bulacaksın. Bulamazsan üzülmeyeceksin!...
Makamlar, servetler verilse nefsini unutacaksın.
Yalan, iftirâ, çamur fırtınasına tutulursan hissiyatını terk edeceksin…
Önünde demirden set yaparlarsa, dişinle deleceksin. Dağları toptan oymak gerekirse, iğne ile oyacaksın. Unutma, nerede olursan ol, küfrün ve cehlin temelini çürüteceksin!…
Bir gün, Kur’an etrafındaki surların yıkıldığını görürsen; hemen kemiklerini taş, etlerini harç, kanını da su edeceksin. Etrafına ilimden, irfandan, faziletten, ahlaktan kaleler dikeceksin. Kaleler fedailer ister. Nasıl olsa sende içinde fedai olacaksın.
Bu mektubu okuyunca, Mesnevi’yi okuyan Yunus Emre gibi “uzun olmuş” diyeceksin. Onun gibi ben olsa idim:
“Ete kemiğe bürünürdüm
Yunus gibi görünürdüm” derdim dediği gibi sende ne lüzumu vardı, uzun uzun saymaya… Kısaca “Kur’an talebesi olacaksın!” deseydin yeterdi diyeceksin, haklısın. Zira İslâm yoluna giren bilir ki, bu yol kıldan ince, kılıçtan keskindir. Her kişinin değil, er kişinin yoludur.
Seni bütün ruh-u canımla kutlar, gözlerinden öper, dualarına mukabele eder, Allah’ın rızası dairesinde buluşmak üzere mektubuma son verirken dalalete düşen din kardeşlerimin, kısa bir zamanda sizin gibi hidayete ermelerini Cenab-ı Vacibül Vücud olan Hazreti Allah’tan niyaz ederim…”
İnsan bu satırları okuyunca “Allah’ın ne kulları varmış!” demekten kendini alı koyamıyor. Evet, kaleler fedai ister tıpkı Zübeyir Gündüzalp gibi…
Onun ne uğurda yaşadığını, ömrünü hangi manaya sarf ettiğini, anlamak için, Eyyüb Sultan Kabristanındaki ebedî istirahatgâhını ziyaret etmek, mezar taşındaki yazıları okumak yeterli.
Aynen şöyle yazıyor:
“Üstadım gibi derim:
Fâniyim, fâni olanı istemem
Acizim, âciz olanı istemem
Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem
İsterim, fakat yâr-ı Bâki isterim
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim
Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim.”