Bizim Müslümanlıkla kurduğumuz ilişki, epistemolojik, sadece bilgilenmeye dayalı bir ilişkidir; üstelik de kuru bilgilere ve ruhsuz bilgilenme biçimlerine... Çağrımızın kurmadığı bir çağda mahkûm olduğumuz zihnî kaymanın, savrulmanın çokça belirleyici olduğu; çağın hâkim duyuş, düşünüş ve varoluş biçimlerinin şekillendirdiği; her şeyi/mizi tersyüz edici; her türlü kullanıma elverişli, sadece kullanım değerine sahip; dolayısıyla, aslî değil, arızî bir ilişki bu.
O yüzden sahici değil. O yüzden sorunlu. O yüzden kaygan zeminlerde patinaj yapıyoruz sürekli olarak: Arızî bir ilişki olduğu için de, sürgit arıza üretiyor, önleyemediğimiz arızaların taarruzlarına maruz bırakıyor bizi.
O yüzden heyecanlandırmıyor. O yüzden hayatî bir önem arzetmiyor. O yüzden, kolaylıkla vazgeçilebilir'dir.
Çünkü esaslı bir oluş, varoluş ve fikir çilesine dayanmıyor Müslümanlıkla kurduğumuz ilişki. Bedeli ödenmiş, hak edilmiş muhkem bir irtibat değil. O yüzden bu kurduğumuz "olsa da olur, olmasa da" türünden ilişki biçimi, bizi de, İslâm'ın kendisini ve İslâm algımızı da zapturapt altına alıyor; teslim alıyor.
* * *
Çağrımızın çağrısının çağımızı olmasa bile, bizim algımızı, idrak biçimlerimizi belirleyemediği bir zaman diliminde, biz, istediğimiz kadar Kur'ân ve Sünnet'e gidelim diye çırpınalım; aslâ muvaffak olamayacağımızı bile idrak edebilmiş değiliz hâlâ.
Önümüzde devâsa bariyerler var oysa: Zihnî bariyerler öncelikle. Aşmamız gereken ama aşamadığımız için üzerimizden silindir gibi geçen yok edici bariyerler bunlar.
Kur'ân'a ve Sünnet'e bihakkın gidebilmemiz için, bu bariyerleri aşmak zorundayız. Bunun ilk ve temel adımı, bir kalkış noktası fikri ile bir varış noktası fikrine sahip olabilmektir.
Kalkış noktası, "burası"dır; içinde yaşadığımız çağ. Varış noktası ise "orası" yani Kur'ân ve Sünnet. Biz zihnimizi tarumar eden, İslâm algımızı şekillendiren çağ körleşmesinden ötürü, kalkış noktası ve varış noktası fikrine sarahatle sahip olamıyoruz bir türlü. Çünkü içinde yaşadığımız çağ, sadece Batı uygarlığının çağrısının (zaman-mekân algısının; Tanrı'yı, eşyayı, insanı ve dünyayı kavrayış biçimlerinin) belirlediği ve kendisi dışındaki bütün çağrıları devre dışı bırakarak, hepsine kısa devre yaptırdığı bir çağdır.
* * *
İşte semantik intihar olarak adlandırdığım fenomeni doğuran şey bu: Biz mevcut algılama biçimlerini, duyuş, düşünüş ve varoluş biçimlerini terk edemediğimiz sürece, varış noktasına sağlıklı bir şekilde gidebilmemiz imkânsızdır; zordur değil, imkânsızdır.
Ayaklarımızı bulunduğumuz yere bizim algılama biçimlerimizle, duyuş, düşünüş ve varoluş biçimlerimizle sağlam bir şekilde basamadığımız bir yerden çıktığımız yolculuk, bizi kendisine benzetmeden, kendi rengine boyamadan varış noktasına götürebilir mi?
Eğer kalkış noktasından, yani buradan, bu çağın ağlarından ve bağlarından, idrak biçimlerinden yola çıkarak Kur'ân'a ve Sünnet'e gitmeye kalkışırsak, burayı, buranın duyuş, düşünüş ve varoluş biçimlerini ve kalıplarını Kur'ân ve Sünnet algımıza giydirmekten başka bir şey yapmış olmayız.
* * *
O hâlde, varış noktasının (yani çağrımızın) kalkış noktamızı (yani burayı, çağı) şekillendirebilmesi gerekir. Bunu ancak Efendimiz'le yapabiliriz. Efendimiz'in yaptığı gibi yapabiliriz: Ümmîleşmek olarak tarif ettiğim, önce, çağın ağlarından ve bağlarından, bağlamlarından ve kavramlarından kurtulma; ondan sonra, çağa girme ameliyesine soyunduğumuz zaman, kalkış noktası'nın önümüze çıkardığı bariyerleri aşabilmemiz mümkün olabilir.
Başka bir deyişle, İslâm'la, Kur'ân'la, dolayısıyla Efendimiz'le kurduğumuz epistemolojik ilişkiyi, -çağımızda yalnızca Bediüzzaman'ın sahabe risalesinde enfes bir şekilde dikkat çektiği gibi- ontolojik irtibata dönüştürebildiğimiz; yani "peygamberimizle" çağdaşlaşabildiğimiz ve "peygamberimizi" çağdaşımız kılabildiğimiz zaman, çağ körleşmesinden kurtulabilir, varış noktasıyla kalkış noktasını buluşturabiliriz. İşte o zaman, çağrımızın çağını kurma sürecinde bir mesafe katedebiliriz.
Yeni Şafak