Gözlerime yaptırmış olduğum aç-kapa hareketi ile kendime hayran olmaya başlıyordum. Gözlerim açık iken bulunmuş olduğum karanlık, rutubetli, soğuk odadan bir göz kapaması ile uzaklaşıyor engin denizlerde yüzüyorum, yemyeşil bir ormanda tertemiz havayı içime çekiyorum, uçsuz bucaksız gökyüzünde rüzgar ile salınıyorum. Göz kapaklarımı açtığımda bedenimin zindan ruhumun mahkum olduğunu hissediyorum ve bu zindandan kurtulmak istiyorum. Bu zindana neden hapsolduğumu merak ediyorum. Sonsuz denizlerde yüzerken, sonu görünmeyen gökyüzünde uçarken bu beden de neyin nesi algılayamıyorum. Sonra bedenimden kurtulmaya çalışıyorum. “Ben uçmak istiyorum, ben uçmak istiyorum” diye feryat etmekten kendimi alıkoyamıyorum.
Birden aklıma ölüm geliyor ve feryatlar çoğalmaya başlıyor. “Hani bedeni ayakta tutan iskelet idi?” diyerek irkiliyorum. Her gün binlerce mevtin yalanlamış olduğu bir bilgiye inanmış olmama hayret ediyorum. Bir ölünün iskelete rağmen 1.80 yerde yatmasına bakarak kendime gülüyorum. Bedeni ayakta tutan şeyin “ruh” olduğundan emin olup fen kitaplarına meydan okuyorum. İnanamıyorum, korktuğum istemediğim katlanamadığım şey aslında hayat gayem miymiş? Ne tuhaf, vuku bulmasından korkarak yaşadığım ölümü, feryat ederek istemek.
Tekrar kapatıyorum gözlerimi ancak içinde bulunmayı beklediğim engin deniz yerini kavurucu sahra almış yanıyorum, kavruluyorum, daha fazla burada kalmak istemiyorum derken gözümü açıyorum. Dünya’da bir göz açma işlemi ile biten korkudan ölünce gözlerimi açamayacak olma korkusu aklımı kemirmeye başlıyor. Hayır hayır ölmek istemiyorum. Ben bu ihtimale dayanamam ölmek istemiyorum. “Ne yapmalıyım? Nasıl kurtulacağım ölümden? Sonsuza kadar kavrulmaktan nasıl kurtulacağım? “
Fark ediyorum ki, hayat serüvenim hayallerime ve rüyalarıma konuk oluyor. Yaşadıklarım, yaptıklarımın misli ile ya da benzeri ile onları etkiliyor. Yani yaşadığım günün bedeli bir rüya ise yaşadığım dünya hayatının bedeli olarak ölüm bana el sallıyor. Evet hayat gayem belirlenmişti “ne yaparsam onu yaşarım, güzel yaşarsam güzel yaşarım sonsuz hayatımda” Yeni bir güne alınmış olan kararlar ışığında huzurlu bir şekilde uyanırken yüzümde koca bir tebessüm peyda oluyor. Bu koca tebessüm zamanla küçülerek kendini hayret bakışına teslim ediyor. Erken sevinmiş, erken heyecanlanmış, erken gülmüştüm. Hala beni bekleyen karmaşa dağ gibi duruyordu. “Nasıl güzel yaşarım?” sorusu cevaplandırmama ihtimalim olmayan bir soruydu. Güzel yaşamak, sonucunda huzur bulacağım şeyleri yapmak demekti. Artık sonuca ilerlerken “huzur” kelimesiyle ilerlemek zorundaydım. Sonsuz bir hayatı elimin tersiyle itmek divanelik değil miydi?
Bir not defteri alarak beni huzursuzluğa sürükleyen davranışları yazmaya başlıyorum. İlginçtir, “dünyevi zevk” olarak adlandırılan davranışların defterimde bir bir kendine yer bulduğunu fark ediyorum. Dünyevi zevklerden uzaklaşıyorum ve bedenle mukayyet olan ruha rağmen pır pır eden bir ruha sahip olmaya başlıyorum. Ama adı üstünde zevk, zevk niçin ruhu huzursuz eder ki? Tam bu soru beynimi kurcalarken islam dini çırpınan aklımın imdadına yetişiyor. Dünyevi değil uhrevi bir zevk istediğimi, ruhuma bu zevkin küçük geldiğini anlıyorum. İslam dininin yasaklarının benim not defterimde yazılı olanlarla eşleştiğini görünce şaşkına dönüyorum.
İslam hak idi, İslam gerçekti, İslam huzurdu.
Gözlerimi kapatıp hayal ediyorum:
Bir dağın zirvesine doğru hızla tırmanıyordum, zirveye ulaştığımda gözlerimi kapıyor ve dağın taşın kuşun böceğin bedendeki hüceyratın cevv-i semadaki seyyarelerin zikirlerini duyuyordum, onların zikirlerine kapılıp hızla çarpan kalbimin “Allah Allah” nidaları attığını hissediyor ve dilimden tılsımlı sözcükler dökülmeye başlıyordu.
“Eşhedu en la ilahe illallah”