Bir gerilim ortamının belki en büyük tehlikesi, duyguların akla galebe çalıp iradenin dizginini ele geçirmesidir. Öfke anlarında ‘ilkesellik’ yara alır, ‘ilişkisellik’ kuvvet bulur. Adaletin yerini, asabiyet alır meselâ.
Bu sebeple olsa gerek, ‘asıl pehlivan’ı ‘öfke anında öfkesini yenen kişi’ olarak bildirir Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam. Çok zor bir güreştir bu. Bir gerilim, hele ki öfke anında, öfkesini yenen az, öfkesine yenilen ise çok olur. Öfkesine yenildiğinde ise, haklı iken dahi haksız duruma düşer insan; aklı isabet ettiği halde duygularıyla uçlara ve ifratlara savrulur. Yine bu duygu durumu, algıda seçiciliği bozar, manevî sinir uçlarında tahribat yapar; ve girmemesi gereken çok şeyin kalbe girmesine izin verir.
Türkiye toplumunun son dönemlerde yaşadığı gerilimlere baktığımızda, birbirini takip eden bir dizi örneği görülür bunun. En başta, bu ülkeye yüz senedir vesayet dayatan zihniyetin günümüzdeki uzantıları ‘Ergenekon’ simgesi etrafında tezahür ettiğinde, bu zalim vesayetçiliğe olan haklı tepki, haksız duygulanımlarla enfekte olabilmiştir meselâ. Kur’ân’ın “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin” açık uyarısına rağmen, Kur’ân’ın adalet ölçülerine sığmayan bir hınç duygusu, iki tehlikeyi birden vücuda getirmiştir. ‘İlke’nin yerini ‘ilişki’nin aldığı bu zeminde, ‘karşı taraf’a yapılan şeyin Kur’ânî ölçülere uygun olduğuna bakılmaksızın ‘meşru’ görülmesi gibi bir zaaf oluştuğu gibi, ‘bu taraf’ta yapılan yanlışa da aynı ilişkisellik içinde mazeret üretilmiştir.
Sonuç?
Şaşırtıcı ve hazin bir sonuçtur ortaya çıkan: ‘Karşı taraf’ın ‘vesayet’i yıkılırken, ‘bu taraf’ta kendisine karşı olan herşeyi ve herkesi ‘Ergenekonculuk’la damgalayıp aynı heybenin içinde bertaraf eden yeni bir ‘vesayet odağının zuhuru…
Nitekim, Türkiye toplumu birkaç senedir, ‘ilkeli’ bakıldığında çok daha önceden tavır alınması gerektiği halde ‘ilişkisel’liğin ürettiği asabiyetle içerdiği tehlikeden ancak çok sonra farkına varılan bu yeni vesayet odağıyla meşru hükûmetin önce gizli, sonra açık mücadelesine şahit oluyor.
Birkaç senedir ayak sesleri hissedilen, 7 Şubat 2012’den sonra biraz daha hissedilir hale gelen, dersane tartışmaları ve 17-25 Aralık teşebbüslerinden sonra iyice alenileşen bir mücadele bu.
Gelin görün ki, ‘Ergenekon’la mücadelede düşülen hata, burada da tekrar ediliyor. Yine duygularıyla olaya giren, ‘ilke’leri bir yana koyup ‘ilişkisel’ herkesi bir tutum içinde siyah-beyaz keskinliğine indirgeyen, bu indirgeme içinde bazı grileri ‘siyah’ ilan ederken, bazı ‘koyu gri’leri, hatta ‘siyah’ları aklayan bir tutum da çıkıyor karşımıza.
Bu tutumda, önceki ‘vesayet’le kendi ‘vesayet’ini oluşturmak için mücadele ettiği anlaşılan malum yapının yaptıklarını yadırgıyor değilim. Dünden beri oluşturageldikleri ‘dışı baldan tatlı, içi kurttan vahşi’ ikili dili evvelden beri bilen bildiği gibi; özellikle ‘Ergenekon soruşturmaları’ sürecinde tutturduğu üslup, şimdi de aynı dili daha bir ‘şirretlikle’ sürdürmelerini pekâlâ anlaşılır kılıyor. Düpedüz ırkçı çağrışımlar içeren ‘Acem uşağı’ türünden yaftalamaları, ilk fırsatta kendileri gibi düşünmeyenlerin imanını sorgulamaları, hırsız-münafik-firavun-yezid gibi kavramlaştırmaları bu kadar kolayca kullanıvermeleri bu yapının ‘hoşgörü’ maskesinin ardında gizlenmiş faşizan kodları ele vermesi açısından yeterince açıklayıcı.
Ama buna karşılık, milletin verdiği oyla devleti yönetmekle yetkili kıldığı meşru hükûmeti ‘savunma adına’ hiç de meşru olmayan bir dil, üslup, söylem geliştirenlerin varlığını da görmek gerekiyor. Meşru hükûmete, dolayısıyla ona ‘hükûmet etme’ yetkisini veren milletin iradesine, dahası yerel ittifaklara ve içine girdiği küresel ilişki ağlarına bakıldığında ümmete karşı yanlış yapan malum yapı ile mücadelenin gereğine yüzdeyüz inanan biri olarak bu satırları yazıyorum. Evet, mücadele; ama bir mücadelenin nasıl olacağını Kur’ân bize hep söylemiyor mu? Maide sûresinde “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin” buyuruyor âlemler Rabbi. İman edenler arasındaki bir gerilimde haksızlık yapana karşı mücadeleye de bizi çağırdığı Hucurât sûresinde ise, bu mücadelenin ille de adalet ölçüleri içerisinde olmasını emrediyor. Gerek mücadele ve gerek galibiyet anında öfke, nefret, kin, intikam gibi olumsuz duyguların güdümüne girmekten bizi kesinkes men ediyor.
Ne var ki, ‘kavgada yumruk sayılmaz’ hesabına girmiş birilerini görüyoruz ortalıkta. Yine Hucurat sûresi, zandan da, doğruluğu kesinleşmemiş haberle bir hüküm verip bir harekete girişmekten de men ettiği halde, güya ‘haklı mücadele adına’ söylentiler, şâyialar kol geziyor ortalıkta. Dahası, genetik kodlamalar da devreye giriyor. Bir taraftakiler cumhurbaşkanının aslında ‘Acem uşağı’ bir ‘Gürcü’ olduğunu söyleyerek ‘Türklükten’ düşürmekle sonuç alacağı hayalini alçak bir ırkçılıkla kurarken, beri tarafta mücadele edilen yapının başındaki kişinin önce annesini, onun üzerinden de kendisini ‘Yahudi’leştirerek yaftalama gibi bir rezilliğe girişiyor başkaları. Bu meyanda, ‘faşizan kodlar,’ sadece bir tarafta değil, iki tarafta da boy veriyor. Bir mücadele yaşanırken, faşizmin dilinin, hayatı yorumlama biçiminin ve kodlarının ondan en uzakta olması gereken mü’minlerin dilini, olayları açıklama biçimini ve zihniyetini etkilemesi gibi bir gerçek karşımızda duruyor. Gayrimeşrulukla meşru biçimde mücadele mü’minin olmazsa olmazı iken, birilerinin güya haklı taraf adına ürettiği ‘gayrimeşru’ yöntemler, içinde bulunduğumuz ahlâkî zemini feci şekilde enfekte ediyor.
Tehlike açık ve büyük.
O kadar büyük ki, verdiği bir içtihad mücadelesinden sonra, bir de Emevîlerin saltanatçı-asabiyetçi zihniyetine karşı mücadele veren ‘ilim şehrinin kapısı’ Hz. Ali’nin maruz kaldığı bir musibeti hatırlatıyor yaşanan. Bu iki mücadelenin ardından, bir de güya kendisine destek veren, Cemel’de ve Emevîler karşısında onun yanında yer alan ‘hastalıklı’ bir grubu da tesbit ederek onlara karşı da mücadeleye mecbur kalmıştı Hz. Ali. Haricîlerdi onlar. Sonunda, Hz. Ali’ye dahi ‘mürted’ damgası vurup ‘katli vacip’ görüp bilfiil katleden Haricîler. Ve yine Hz. Ali’ye destek verenler içinde onun çizgisindeki isabetten ziyade ‘öbür tarafa husumet’in dünyalarını biçimlendirdiği kişiler de vardı ki, ilerleyen zaman içinde türlü çeşit râfızîliklere sürüklendiler.
Dolayısıyla, bir mücadelede iki taraf olmuyor sadece. ‘İlkesel’ açıdan bakıldığında ‘doğru’ ve ‘haklı’ olan tarafta, ‘ilkenin’ izini takip ettiği için değil; bir menfaatin, bir nefretin, bir buğzun veya başka bir asabiyetin sevkiyle orada konuşlanan marazî kişilikler-düşünüşler de kendine bir yer bulabiliyor. Haklı bir mücadeleyi gayrimeşru yöntemler, faşizan kodlar ve hastalıklı üslup ile lekeleme, karartma, ‘enfekte etme’ riski içeren kişilikler-düşünüşler…
Bu tehlikenin farkında olmak ve bu zihniyet-dil-kodlara hiçbir şekilde müsamaha etmeden tavır koymak, kapıları ve pencereleri kapamak gibi bir yükümlülüğümüz de var.
Ne diyordu Hz. Peygamber?
“Asıl pehlivan, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiğinde kendisine hâkim olandır.”
Adaleti asabiyete çiğnetmeden en keskin kavgada bile asaletini koruyan yiğitlere selam olsun.