Demokratların devletle tanışması
Osmanlı Devletinin yıkılmasının ve yeni bir devletin kurulmasının ardından, Müslüman halk için yeni fakat çok zor bir dönem başladı. Milletin inancını yaşamasının önüne konulan ve paslı kilitlerle kapatılan kapıların sayısı her geçen gün artmaya devam etti. Gizli antlaşmaların bugün bile bilinmeyen birçok maddesinin gereği, bunları dayatanlardan çok daha istekli ve daha ileri aşamalarda gerçekleştirildi. Akla, hayale gelmeyen icraatlara imza atıldı.
27 yıllık tek parti iktidarı döneminde çok büyük acılar yaşandı. Katliamlarla, bugün sayısı kesin olarak bilinmeyen, belki yüzbinleri bulan dehşetli kıyımlar yaşandı. Dersim, Şeyh Said, Zilan ve İstiklal Mahkemeleri ile birlikte onlarca hadisede, her türlü zulüm ve dehşet irtikâp edilerek masum insanların hayatına acımasızca kıyıldı, canına ve malına kast edildi.
Bir elifba bulundurmaya bile, ağır cezalar uygulandı. Sayısı bugün kesin olarak bilinmeyen cami yıkıldı, bir kısmı gazino ve CHP teşkilatına ve hatta Halk Evine çevrildi. Hatta askerin ve atlarının barınması için bazı camiler misafirhane ve ahıra çevrildi. Ağır vergiler kondu. Her türlü ırkçı ve faşizan baskılarla, insanlar dilinden, geleneklerinden ve geçmişinden koparılmaya çalışıldı. Tarifi imkânsız bir asimilasyon politikası uygulandı.
Üstad Said Nursi, milletin önüne konulan kapıların açılması ve paslı kilitlerinin tarihin çöplüğüne atılması için, her zaman ve her zeminde üzerine düşen vazifeyi en meşru ve en müspet bir tarzda yaptı. Bu önemli vazifelerin başında da hiç şüphesiz, her türlü zorluk, baskı ve engele rağmen hiçbir şekilde ara vermeden neşretmeye çalıştığı Risale-i Nur hakikatleri gelmektedir.
Bugün Türkiye’de gelinen çok önemli mesafenin manevi cihad boyutu, müspet iman hizmetini yapmak şeklinde tezahür eden, Nur Külliyatı ile yapılmıştır. Ve en önemli şeref payesi de hiç şüphesiz Üstad Said Nursi ve kahraman Nur Talebelerine aittir. Bunlar tarihe kahraman olan geçen birer abide şahsiyet olarak, en zor zamanda, en mükemmel bir şekilde görevlerini yaparak kalplerdeki ve vicdanlardaki ölümsüz yerlerini almışlardır.
Tek partili despotizmin egemen olduğu şiddet günlerinde, ‘’sırren teneverret’’ olarak ifade edilen ve mümkün olduğu kadar dikkatleri ve şimşekleri üzerlerine çekmeden yapılması için azami gayret gösterilen bir metot ile milletin imanı ve ümitleri canlı olarak hep ayakta tutulmuştur.
Bu dönemde bütün ısrarlara ve beklentilere rağmen Üstad Said Nursi, devlet ricalinden hiç bir talepte bulunulmamış, onlara müracaat etmemiş ve tek partili dönemde devlet ricali ile mümkün olduğu kadar ve herhangi bir zaruret olmadığı müddetçe temas etmemeye çalışmıştır. Çünkü onlarla temas etmenin hiçbir faydası olmayacağını en iyi bilenleri başında da Üstad Hazretleri gelmektedir.
Yönetim gücünü ele geçiren malum zihniyete yapılacak herhangi bir müracaatın beyhude olduğunu çok iyi bilen Üstad, meşru haklarına yapılan herhangi bir tecavüz veya kanun dışı bir müdahale durumunda ise gereken tepkiyi en güzel şekilde göstermiş, asla taviz vermeden ve tezellül göstermeden hakkını ve hukukunu müdafaa etmeye devam etmiştir. Lahikalarda ve Müdafaalarda bu meşru müdafaaların şaheser ve mükemmel örneklerini görmek mümkündür. Dikkatli nazarları buralara havale etmekle birlikte, önemli bir noktaya da dikkatleri çekmek isterim.
Üstad’ın 1946 yılından sonra ve çok partili siyasi hayata geçilmesinin ardından CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı çok önemli bir mektup var. Bu mektup çok önemli bazı hususları ve ipuçlarını içermektedir. Artık dünya değişmiş, tek parti zihniyeti çatırdamıştır. Dünyadaki konjonktürde de çok önemli değişiklikler ortaya çıkmış, hak ve hukuk anlayış ve arayışları öne çıkmaya, dünya yeni bir döneme girmeye başlamıştır.
Demokratik ortamlarda, ilgili ve yetkili kişilere direk olarak müracaat edip hak arayışında bulunmak ve onları yapacakları işler konusunda yönlendirmek ve ikaz etmek, bu gelecek dönemin öne çıkan özelliklerinden birisi olacaktır. Yetkililerin bu ikazlara kulak verip vermemesi veya gereğini yerine getirip getirmemesi, onların bileceği bir husustur. Burada vatandaş olarak meşru ve makul yoldan ayrılmadan vazifesini yapmanın ne kadar önemli olduğunun bir işaretini de görmek mümkündür.
Bu mektupta yavaş yavaş ülkede filiz vermeye başlayan hürriyet ortamının tam olarak yerleştirilmesi; dini inançlara yeniden gereken önemin verilmesi; yapılan büyük hatalardan vaz geçilmesi, bütün hayırlı işlerin üç-dört adama mal edilmemesi, inkilap kusurlarının üç dört adama verilip, istikbalde büyük bir şeref kazanılması ve dehşetli kusurlarına bu şeklide kefaret olması; Müslümanların rahat idare edilmesinin yolunun, dinlerine bağlı bir şekilde yetiştirilmeleri ile mümkün olduğu, başka türlü idare edilmesinin mümkün olmadığı ifade edilmiş ve bir şekilde de onları hatalarından vazgeçmeye ve tövbe etmeye davet etmiştir.
Bu istekler elbette CHP nezdinde ma’kes bulmadı. Din düşmanı icraatlarına -bu dönemde bazı göstermelik icraatlara başvurulmuş olmakla birlikte- devam ettiler. Bu dönemde bir Yüksek İslam Enstitüsü açıldı. Ölen vatandaşları yıkayacak, dualarını okuyacak imam sıkıntısının baş göstermesi üzerine bazı İmam Hatip Mektepleri açıldı. Bu okullarda derde deva olabilecek herhangi bir eğitim cihetine gidilmedi. Köy Enstitüleri bütün gayretleriyle din düşmanı muallimler yetiştirmeye devam etti.
Bütün bunlarla birlikte, millet büyük bir sabır ve olgunluk ile eline bir fırsatın geçmesini bekledi. 1950 yılının 14 Mayıs’ı ile birlikte Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, Türkiye’de yepyeni hayırlı başlangıçlara vesile oldu. Demokrat Parti çok büyük bir handikapla ve dezavantajlarla göreve başladı. Bürokrasi bütün çirkinlik ve şirretliği ile beraber CHP’nin emrindeydi ve bu çirkin yüzünü her vesile ile göstermeye devam etti.
CHP bürokrasisi, Demokrat Parti’nin icraatlarına engel olmak, alınan kararları işlemez hale getirip sabote etmek için her türlü yola başvurmaktan çekinmedi. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile birlikte ihtilal hazırlıkları da başlamış oldu. Lozan Antlaşmasının baş aktörlerinden CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, bürokrasiden elini hiç çekmedi. Askeriye içinde bulunan yakın adamları ile irtibatı hep devam etti. Bu vesile ile darbe hazırlıkları ve eğilimleri hep canlı tutuldu.
Her şeye rağmen, millet birçok hakkının farkına vardı. Devlet dairelerine, eskisi ile kıyaslanamayacak bir rahatlık ve serbestlik ile girmeye başladı. Kullandığı oyun ve demokrasinin, kendisine verdiği hakları yavaş yavaş öğrenmeye çalıştı. Özellikle Kürtlerin yaşadığı bölgelerde, zulüm boyutlarına varan ve rutin olarak uygulanmaya devam edilen hak ve hukuk ihlalleri, sona ermemekle birlikte büyük bir azalma dönemine girdi.
Başvekil Adnan Menderes ise, her türlü engel ve provokasyona rağmen, halka verdiği sözleri yerine getirmek için elinden geleni yapmaya çalıştı. Bu konuda ilk ciddi muhalefete Ezan’ın yeniden aslına çevrilmesi ile ilgili olarak yaptığı çalışmalarda muhatap oldu. Bu muhalefette, kendi partisi tarafından seçilmiş bir Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar çok önemli bir fonksiyon üstlendi.
Ezan’ın asıl haliyle okunması, Bediüzzaman Hazretlerinin de bu milletin bahtının yeniden açılması için mutlaka hal edilmesini zorunlu gördüğü üç kilitten birisi idi.