Modern hayatın kapısını aralamak ve içindekiler ile yüzleşirken kapının hala bu tarafında kalabilmek şehirde yaşayan dervişinkine benzer bir büyük erdem olsa gerektir. Tüm meselesi sınırda kalmak, sınırları aşmamak olan bir kafa yapısı ile modern hayatın alıp götürdüğü insanları anlamak oldukça güçtür. Gidemediğin yer senin değildir ve tanımadığın insana ise asla ulaşamazsın.
Modern bir hayat tarzını benimsemiş bir ailenin küçük bir üyesi iken yani yılbaşlarında büyük yemekler verip eğlenen, televizyonda dayatılan yaşam şeklini en doğrusu belleyip hatta o zamanın tabiri ile kendini ‘asri’ sayan; yeni çıkan tüm albümlere, plak ve kasetlere sahip olan, siyaseti takip eden, taraf olan ve siyasetin nimetlerinden faydalanan; Galatasaray’ın tüm maçlarını takip eden, aldığı sonuçlara sevinen, üzülen; pişti oynanıp iki tek atılan pikniklere son model araba ile giden, aile dostlarıyla akşam oturmalarında ucuz Amerikan dizilerini tartışan, cumartesi akşamlarını yerli film izlemek için iple çeken, iyi giymenin ve iyi yaşamanın hayattaki en önemli şeyler olduğunu düşünen, hâsılı her şeyi görüntüden ibaret zanneden zamane ailelerinden birinin küçük bir üyesi olan bir genç uzaklarda okuyan abisinden gelen bir kartpostalda yazan “Biz muhabbet fedaileriyiz husumete vaktimiz yok” cümlesiyle yeni bir dünyanın kapısından içeri girdiğinin farkına bile varamıyor. Bu yenidünyada ona daha önce anlatılan Allah’tan farklı, bambaşka bir Allah ile karşılaşıyor. Zira onun Allah’ı çarpan, her fırsatta yakan, günah yazmak için fırsat kollayan bir Allah’tır. Ve yapılan her şey, Allah için yapılan her şey ise taklididir. Çünkü Rabbini tanımıyor.
“Nereden geldim? Burada işim ne? Nereye gideceğim?” sorularına makul cevaplar sunan bu yenidünya insanlığın olduğu kadar onun da en önemli sorunu olan ölümü güzelleştiriyor, insana dünyada huzuru ve merhametli bir Allah’a aidiyeti hediye ediyor. Bu yenidünyada hayvanların, dünyaya hayatları için gerekli bütün bilgiler kendilerine öğretilmiş bir şekilde gönderildikleri ve hemen hayata adapte oldukları görülüyorken; insanın ise hiçbir şey bilmeden dünyaya gönderildiği ve öğrenmeye her zaman muhtaç kaldığı; sadece nefis ve bedenden değil, zihin, kalb, ruh, irade ve hislerden de oluştuğu görülüyor. İnsan adeta hayvan olmaktan çıkıp ibadetle eğitilen ve tekâmül eden bir varlığa dönüşüyor. Modern hayat insanı bedeninin ve nefsinin isteklerine hapsederken tekâmül eden insan, sadece özgürlüğü değil, aynı zamanda sorumluluğu da öğreniyor. Yaratanı ve yaşatanı olan Allah'a, kendisine, yakınlarına, çevresine, bütün insanlığa ve varlığa karşı sorumlu olduğunu ve bu sorumlulukların birbirlerini tamamladıklarını düşünerek yaşamaya başlıyor. Hakikatle karşılaşmak bazen bu kadar kolay olabiliyor. Bir kartta yazan bir cümle insana neler neler katıyor. Bir kartla bir adam sorumluluğunu nasıl da yerine getiriyor.
Hakikatlerle yıllarca iç içe yaşamış elindeki kırmızı kitaplar ile canhıraş bir şekilde evden eve koşan, bir elinde lügat bir elinde tesbihat insanlara mana ikliminin güzelliklerini anlatmaya çalışanlar var. Devamlı ışığın içinde, cennet asa bir dünyada, modern hayatın çer çöpünden habersiz oksijen çadırlarına hapsolmuş bu insanlar hakikat konuşup hakikat yaşıyorlar. Ekmek hakikat, su hakikat, aldığı nefes hakikat… Saat kaç? Hakikate beş var… Hatta bu insanlar sorumluluklarına o kadar bağlıdırlar ki küçük çocuklarına “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere kıymet verme… Bismillah her hayrın başıdır… Biz muhabbet fedaileriyiz husumete vaktimiz yok… İman insanı insan eder, belki de insanı sultan eder” gibi cümleleri ezberletiyorlar. Buram buram ilim, irfan, idrak kokan bu cümleler arasında yaşayıp gidiyorlar. Bu insanlara gıpta ile bakmamak mümkün mü? Cenneti bu dünyada hissetmiş birileri var mı diye sorsalar hiç tereddüt etmeden onları gösteririm.
Lakin onların içerisinde bazıları var ki modern hayatın getirdiği unsurlardan uzak yaşayan, kalıplara tutunmuş, çağın önümüze koyduğu soru(n)lardan habersiz, her yeniliği kendi özünden bir kayıp olarak algılayan hatta birilerinin hizmet adına attığı son derece masum adımları bile yadırgayan bu insanlar hem pastam dursun hem karnım doysun zihniyetinin temsilcileri olmaktan kurtulamıyorlar. Bu tip insanlar kendi özel mülkleriymiş gibi umuma açık olması beklenen oksijen çadırı mesabesindeki mekânları sahiplenip, kendi yaşam tarzlarını hizmet ile özdeşleştiriyor, diğerlerine de bunu dayatıyorlar. Sırf başı açık olduğu için bir genç kızı dershanelerinde barındırmadıkları gibi müzik dinlediği için ya da maça gittiği için, siyasi görüşü farklı olduğu için ya da kot pantolon giydiği için bir insanı dışlama hakkını kendilerinde bulabiliyorlar. Yargılamak için öncelikle anlamak gerektiğini bilmiyorlar. Ne de olsa hakikat yalnız onların bulunduğu taraftır (!) Ne de olsa hakikatler onlara miras kalmıştır (!) Ama bu hakikatlerden birinin de “Dinde zorlama yoktur” olduğunu unutuyorlar. Farklı görüşten insanlarla arkadaşlık etmenin, farklı gazete ve kitaplar okumanın, farklı yazarlardan bahsetmenin yasak olduğu bu ortamlarda bir taraftan da “Barika-i hakikat müsademat-ı efkârdan tevellüd eder” gibi pek yüksek hakikatlerden dem vuruyorlar.
Cemil Meriç’i, Atilla İlhan’ı, Kafka’yı, Oğuz Atay’ı, Seyyid Kutup’u, Gazali’yi, Hasan El Benna’yı, Karl Marks’ı, Shakspeare’i, Descartes’ı veya Campenalla’yı okumayan bu zihniyetin adeta “hakikatleri koruma kanunu” çıkarttığı görülüyor. Hâlbuki hakikatler korunmaya muhtaç değildir. Onların her türlü beyine muhatap olup keşfedilmek gibi bir hakları vardır. “Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz”…Öte yandan hakikatleri koruma çabasından çok muhtemeldir ki kendi duruşlarını korumak için böyle davranıyorlar. Etraflarına ördükleri duvar nedeniyle de hakikatlere muhtaç insanlara mesafe koymaktan kurtulamıyorlar. Her vaziyette mahalle baskısı uygulayıp, mahalle baskısına maruz kalıyorlar. Kültürel ve sanatsal içerikli faaliyetlerin çoğu zaman dışında kalmak kaderleri oluyor; kimse onları içeri almıyor, kimse onları dinlemiyor. Hasbelkader içeri girdiklerinde de söyleyecek söz bulamıyorlar. Bir yandan “İslamiyet güneş gibidir üflemekle sönmez” derken bu güneşin önüne set olmaktan kurtulamıyorlar. Değişen zamana ve zamanın getirilerinin oluşturduğu akıntıya karşı kürek çekiyorlar ve bunu son derece halisane bir niyetle yapıyorlar.
Oluşturdukları sosyal ortamda marjinal sayılabilecek aykırı sesleri susturarak, bastırarak, dışlayarak değişimin, yenilenmenin, yeniden sorgulamanın yolunu kapatıyorlar. Kapıyı aralamaktan korkan bu insanlar, modern çağın, insanı içine alıp savuran tehlikelerine karşı duramıyor, tehlikeyi yok sayıyor, modern insanı yok sayıyor, sınırlarını korumanın hazzı ile hayatına devam ediyor. Devamlı suret değiştiren küfür ile zemin ve zamanın muğlâklığı karşısında gerekli zihni kıvraklığı göstermekten uzak kalan bu insanlar muhafazakârlığın statik yapısını aşamıyorlar. Muhafazakârlaştıkça dışlanıyor, dışlandıkça daha bir muhafazakârlaşıyorlar. Bu kısırdöngü içerisinde kanayan yara bir türlü durmuyor.
Böylesi bir durumda başka bir gurubun varlığından da söz etmek gerekiyor. Üniversite eğitimi almış, farklı düşünceleri öğrenmiş, kendi içinde çıkarımlarda bulunarak analizler yapan, tipik muhafazakârlığın savurduğu, dışladığı, tutunamayan, hiç de azımsanmayacak bir çoğunluk dışarıda bir yerde yani kapının dışında hakikatleri asrın idrakine anlatmaya çalışıyor. Almanya’da yabancı, Türkiye’de Almancı durumuna düşen ve bir türlü, kardeş kabul ettikleri insanlara kendilerini bir türlü beğendiremiyorlar. Kendilerinden önceki kuşak tarafından anlaşılmaz bireyler olarak yaftalanıyor ve garipseniyorlar. Kimi sönüp gidiyor, kimisi travmanın etkisiyle başka taraflara yöneliyor, fakat dirençli çıkan bir kısmı da hem muhafazakâr yapı içindekilerle hem de dışarıda devam eden hayat ile temas kurmaya ve arada bir vasıta olmaya çabalıyor.
Dışarıdakilerle yaşam tarzları ve standartları benzeştikçe problemleri algılayış ve çözüş biçimleri de paralellik arz ediyor. Modern hayatın içinde ‘kirlenmeden’ ayakta kalmalarının bedeli ise kalabalıklar içinde yalnız kalmak oluyor. Gündelik hayatın içinde kendi Müslüman kimliklerinden başka, bambaşka kimliklerin varlığını görüyor, politik açıdan liberal, kapitalist, kadın-erkek ilişkileri açısından da feminist ideolojinin eleştirileri karşısında ayakta durmaya çalışıyorlar. Toplumdan uzak münzevi bir yaşamın tersine, bir arada yaşamanın türlü türlü olumsuzluklarına göğüs geriyorlar. Dindarlık ile yaşanılan çağı tanımak arasında bir kan uyuşmazlığının varlığına inanmıyor, ne din adına çağı tanımaktan uzak kalıyorlar ne de çağdaşlık adına dine sırtlarını dönüyorlar. Batıya ait kavramlarla İslam’ın güzelliğini göstermeye çalışmak değil onlarınki; İslamiyet’in teşvik ettiği ilim hakikatine yitik mal muamelesi yapmaktır gayeleri.
Firavunu tanımadan Musa olamazsın, adaleti yerleştirmek istiyorsan eşitlik isteyenlere kulak vereceksin, “birey”i “kul”a dönüştürmenin en kestirme yolu bireyi her hali ile tanımaktır. “Birey”i etkileyen fikirleri görmezden gelerek; mesela agnostisizme, pozitivizme, kuantum fiziğine, materyalizme, hiçbir değeri tanımayan nihilizme yabancı kalarak küfürle mücadele edemezsin demektedirler… Kartpostallara veciz sözler yazarak, evde çay içerken yapılan, tartışma ve mülahazalardan yoksun okuma faaliyetlerine konu komşuyu çağırarak, öğrenci evlerine taşradan yeni gelmiş gençleri davet ederek, çocuğuna vecize ezberleterek sadece küçük çok küçük bir ilerleme kaydedersin demektedirler. Kapıyı aralayan bu insanlar zor bir işe soyunmuşlardır ama zaten küfürle ve taassuba varan muhafazakârlıkla mücadele hiç bir zaman kolay olmamıştır…