Bugün 2011 Şubatının ilk günü. Odamda, penceremin kenarına çektiğim sandalyede, kaloriferin sıcak peteğine dayanmış muhteşem manzarayı izliyorum. Öyle güzel yağıyor ki. O kadar yoğun ki tertemiz, lapa lapa düşüyor yeryüzümüze. Ne kadar şanslıyız. Yazın yemişlerini, rengârenk yapraklarını seyrettiğim pencereden, yine aynı ağaçları üşürken seyrediyorum. Saf, temiz, beyaz, bembeyaz bir rüya… Hem çayımı yudumluyor, hem bu eşsiz manzarayı tadıyor, hem de duygularımı kâğıda döküyorum. Yoğun ama büyülenmiş bir ruh hali içerisindeyim. Sonsuza kadar sürmesini istediğim anlardan birindeyim. Bu hazzı içinde uzun süre hissetmek istiyor aciz kulun, nolur yardım et Allah’ım…
Derken aklıma benim gibi, karla büyülenmiş büyük şair ve yazarların neşideleri geliveriyor. Elimi kitaplığımdaki kitaplardan birine atıyorum. Cenap Şehabettin’in “büyülü bir şarkıdır bu” dediğim “Elhan-ı Şitâ”sı. Kış nağmeleri… Hemen buluveriyorum. Kenarına küçük notlar almışım. Şiir şöyle başlıyor:
Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş
Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar.
Nasıl güzel, sihirli iki mısra, beyaz bir titreyiş, dumanlı bir uçuş gibi kar. Sanki eşini kaybetmiş bir kuş gibi, telaşlı ve arayış içinde kar… Bakıyorum tekrar camdan dışarı, benim kar tanelerim şairin kar tanelerinden daha uslu ve telaşsız duruyor:
Adeta nazlı bir kız çocuğu,
Benliğini yeryüzüne teslim etmemek için
Oyalanıyor sanki kar…
Diyebilirim ben de. Ve şöyle devam ediyor şair:
Ey kulûbün sürud-ı şeydası
Ey kebûterlerin neşideleri
O baharın işte ferdası
Kapladı bir derin sükûta yeri karlar.
Ey kalplerin, aşktan aklını kaybetmişlerin şarkısı. Ey güvercinlerin manzumeleri, o yaşadığınız baharın işte yarını, her yeri derin bir sessizlikle kapladı karlar…
Siliyor. Evet siliyor. İlkbaharın tazeliğini, yazın olgunluğunu, sonbaharın bitmez hüznünü sessiz sedasız, beyaz bir örtü gibi örtüyor karlar. Bütün çirkinlikleri kapatıyor, gizliyor karların saflığı. Sokağın ucunda, kül yığınlarının üzerindeki beyaz kelebekleri görünce şaire hak veriyorum.
Ey sevimli terane,
Ey bilinmezin saflığı,
Ört şehrimin tüm çirkefliğini güzelliğinle.
Dizeleri dökülüyor kalemimden, şairin ardınca. Şair:
Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar
Ey uçarken düşüp ölen kelebek
Bir beyaz rişe-i cenâh-ı melek
Sanki sessizce an be an ağlıyor karlar. Uçarken düşüp ölen kelebekler gibi, zannedersiniz ki beyaz bir melek kanadının saçaklarıdır karlar…
Hızlandı, eskisinden daha hızlı yağıyor şimdi kar. Hâlâ aynı şevki ve huzuru içimde hissedebiliyorum. Şükürler olsun Allah’ım bu kez uzun sürüyor.
Penceremin kenarına usulca, çaktırmadan yerleşiyorlar. Elimi uzatsam dokunabileceğim bir sürü kar tanem var. Gökyüzünden hediyeler alıyorum. Her biri birbirinden farklı, beyaz, ışıldayan mücevherler… Biliyorum bir tek tanesi için bile sana ne kadar teşekkür etsek azdır; ama sen cömertsin, bunu evvelden beri biliyorum. Baksana, penceremin pervazına daha şimdiden binlercesini yığdın. Sabaha kadar bir sürü mücevherim olacak desenize. Seni seviyorum Allah’ım.
Seni solgun hadîkalarda arar
Sen açarken çiçekler üstünde
Ufacık bir çiçekli yelpaze
Na’şın üstünde şimdi ey mürde
Başladı parça parça pervâze karlar.
Cenap Şehabettin hüzne boğdu mısralarını, farkındayım; ama ben garip bir huzur ve sevinç doluyum. Şiirin tamamını ruhumda hissederek okudum. Hepsini yazmıyorum ki bu yazıda o nadide şiiri hatırlayan okuyucu, şiirin devamını merak etsin ve okuma merakıyla Elhan-ı Şitâ’yı arasın.
Yerdeki kar artmaya başladı. Sabaha kadar böyle devam ederse yarım metreyi bulur. Dayanmayarak şiirin son dört satırını yazmaya karar veriyorum ve yazıyorum:
Dök hâk-i siyah üstüne, ey dest-i semâ dök
Ey dest-i semâ, dest-i kerem, dest-i şitâ dök
Ezhâr-ı baharın yerine berf-i sefidi
Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümidi
Ey semanın, cömertliğin, kışın eli dök siyah toprak üzerine bahar çiçekleri yerine beyaz karları; kuşların o güzel nağmeleri yerine ümidin, ümit etmenin sessizliğini. Ne güzel bir değişim, bahar çiçekleri yerine beyaz karlar; kuşların cıvıltısı yerine, ümit sessizliği.
Kış, kar, sessizlik, sükût, tamamen bir dinginlik hali… Ruhlar uyur, ölüler beyaz, patiska yorganlarını çeker üzerlerine, tabiat gözlerini yumar, ağaçlar kurumuş, yok olmuş gibi durur, kalpler içindeki acıya daha bir gömülür ve daha bir sarılır içindeki umutlara; çünkü huzurlu, sükûnetli bir bekleyiş dönemidir kış.
İnsanlar geleceğe dair planlarını bu dönemde yaparak güneşli günlerini beklerler. Ağaçlar tomurcuklanacakları bahar sabahını, hayvan âlemi toprağın yumuşayıp, güneşin varlıklarını ısıtacağı günü bekler. Her şey sessiz bir bekleyişe gömülür.
Sıcak yuvalarında sobaları başında toplanan insanlar hayal edin, sobadan yayılan sıcakla ve kaynayan demliklerin fokurtusuyla mest olmuş, çaylarını yudumlayan, kömür, odun derdiyle uğraşmamak için baharın gelmesini umutla bekleyen insanları düşünün. Farklı farklı ümitlerle nadasa ayırdığımız karın buğusuyla demlenen yüreklerimizi düşünün. İşte, saflığın ve temizliğin simgesi olan kar, bizlere geleceğe dair umutla bakmamız gerektiğini müjdeliyor.
Şehrinde kar yağmış olan, karı görme şerefine erişmiş olan okuyucular, kalkın ve pencerenizden şu beyazlığa bakarak geleceğe dair güzel umutlar besleyin. Gerçekten bu umudu yüreklerinize yüklemeyi görev edinmiş karla buluşturun gözlerinizi. Kar taneleri umudunuz olmayı bekliyor, fazla bekletmeyin onları.
Derken aklıma haşin ve gururlu şairimiz Tevfik Fikret’in “Karlar” başlıklı manzumesindeki şu dizeler geliyor:
Lakin sorun şu penceresinden bakanlara
Kâh-ı tahayyülün
Onlarca aynıdır bürudetli manzara
Bir sine-i semende gülen bir beyaz gülün
Sıcacık evlerinde pencerelerinden bakan bizlere sesleniyor şair, hayatın neşesini ve rahatlığını taşıyan insanlar için bu manzaranın beyaz bir gülden farkı yoktur diyor. Sanırım biraz da sitemle. Şairlerin içlerinde taşıdığı huzursuzlukla eş değer bu cümleler. Kendileri huzursuzluklarını kelimelere dökebildikleri için midir acaba bir tek kendilerinin huzursuz olduklarını düşünmeleri?
Kar hızını azaltıyor. Sakinledi. Amerikalı “dünya yolcusu” Henry D. Thoreau’nun beni çok etkileyen cümlelerini de yazarak sonlandırmak istiyorum yazımı:
“Kış. Ne garip bir dünyada yaşıyoruz! Allah, omuzlarımızdan yıldız yağdırıyor da, biz kendi zavallı dünyamızda soğuğu ve yağmuru çekiştirip duruyoruz. Bir kar tanesinden daha büyük bir emekle işlenmiş bir mücevher gösterebilir misiniz? Rüzgârla dövülmüş, soğukla yontulmuş, gün ışıklarıyla bezenmiş, her birisinde sanatın bütün hünerlerini gösteriyor. Düşünün hiçbir şey alelâde, sıradan olabilir mi? Kar tanesi bile O sanatkârın sonsuz özenine mazhar olduktan sonra şu dünyada…
Şimdi anladınız mı kışları neden her yerin aynı renge boyandığını? Gözlerimizi çevremizin bütün ayrıntılarından çekip sıradan diye bildiklerimizi tekrar düşünmeye çağırır bizi kışlar. Olduğumuz yerde oturup, bakışlarımızı kendi iç dünyamıza çevirir…”
Bakışlarımızı kendi içimize çevirip düşünmek, sessizliği sağlayan karlar altında…
Pencereyi açtım ve kar tanelerime dokundum. Tenime yaydığı serinlik yaşadığımı her zerreme kadar hissettirdi. Bu güzellikleri yaşayacak kadar şanslıyım. Yaşamanın ve nefes almanın değerini hatırlatıyor insana, daha hatırlattığı birçok şey gibi… Hayatlarımıza kar taneleri serpiştirmeye ve onların saflığına bürünmeye ne dersiniz? Bizi ve onları yaratan, bizim de onlar kadar saf olabileceğimizi biliyor ve bunu görmek istiyor. İnanmadınız mı? Kar taneleri fısıldadı kulağıma. Yine mi inanmadınız. Unutmayın ki onlar saf ve temizdir. Yalan söylemezler…