Barla’daki Sevgiliye Mektuplar-2
Barla gözlerinin geçtiği her yeri tutuşturup, bir ateş ordusu halinde cephelerimde toynağa kalktığı zaman, bir önceki mağlubiyetin ardından terhis ettiğim ordularımı korku ve cesaret karışımı bir duygunun sevki ile silah altına alıyorum.
Bütün bilgelik metinlerindeki tembih derslerini, Barla’ya pusu kurabileceğim yerlere diziyorum. Sarhoşluğu çözen bir rüzgar gibi tesir yapan tembihler, beşibirlikler gibi dizi dizi her yanımı kaplıyor.
Tembihleri birbirine bağlıyorum. Uçlarına dinamitler yerleştiriyorum. Mağlup olma durumu söz konusu olursa onları patlatacağım.
Gelincik Dağının Barla denizine bakan tarafına bir kale yaptırdım. Aşk Şehitliğini hatırlatan bu kaleyeBarla Kalesi adını verdim.
Barla Kalesi gelişmelere her an müdahale edebileceğim bir yer.Savaşı kaybetme ihtimaline karşılık Katran Ağacına yakın mevkilere sığınaklar yaptırdım. Oradan Barla Denizine yol yaptırdım. Küçük bir donanmayı Barla Körfezinde bekletiyorum.
Tedbiri elden bırakmıyorum. Eğer savaş istediğim gibi gitmezse önce Katran Ağacına sığınacağım. O da olmazsa Katran Ağacının üzerinden kendimi boşluğa bırakacağım.O boşluğun beni Barla Denizine çıkaracağını umuyordum.Sonra da ver elini İstanbul. Ver elini Kirazlı Mescit ve Yuşa… Arkada kalsın, Sav ve Barla…
Omuzlarımı bir çok öğreti dağlarına dayayarak ayakta durmaya çalışıyorum. Hiç kimseye ölmeyi emretmiyorum. Bu savaş benim için bir Bedir, bir Çanakkale…
Bekleyin, diyorum. Her ne kadar Barla’ya karşı yeterli derecede askerim ve cephanem varsa da, yine de hiçbirini zayi etmek istemiyorum.
Güneşin ipil ipil ışıklarının ovanın içinde erimesine doğru bir saldırı olacağını tahmin ediyorum.
Çadırın riski en az olan yerine sığınıyorum.
İçi kumla dolu kitabı açıyorum. Kalbimi sağlamlaştırmak için bilgelerin hayat hikayelerini okuyorum. Okuduklarımı cenk meydanının neresine koymam gerektiğini tespit etmek için, ara sıra kitaptan başımı kaldırıp, meydana bakıyorum.
Az sonra süvarilerimden birisi yanıma geliyor. “Eğirdir İlçesi tarafında bir hareketlilik var. Bir baksanız...”
Panikle dürbüne sarılıyorum. Eğirdir tarafına bakıyorum. Tahmin ettiğim gibi... Barla’ya yardım için iki tabur asker Karye’ye doğru ilerliyor.
Birinci taburun başında Albay Hulusi Bey var. Ondan hem korkuyorum hem de ona büyük bir saygı duyuyorum. “Barla” aşkından Ferhat gibi dağları denize çeviriverecek gibi.
İkinci taburun başında Binbaşı Asım Bey var. Onu bir kez Emirdağ cephesinde görmüştüm. “Barla” aşkından ölüverecek gibi….
Üçüncü taburun başında Yüzbaşı Re'fet Barutçu Bey var. Bir kızı olmuş. Adını ‘Rengigül’ koymak istemiş. Barla da ona “‘Zeynep’ olsa daha münasiptir” demiş. “ ‘Zeynep’ olsun” dememiş. “ ‘Zeynep’ olsa daha münasiptir” demiş. Hz. Halid gibi hiçbir savaşta boyun eğmemiş Re’fet Bey boynunu eğmiş,‘Rengigül’e “Zeynep’im” deyivermiş. ‘Rengigül’ olmuş ‘Zeynep’; “gül” olmuş “karanfil”. Bu haberi Lahikada okuduğum günden beri ben hiçbir güle gülmedim, karanfilden başkasını yüz vermedim.
“Bu ordulara kim direnebilir? Bu askerleri kim mağlup edebilir” diye iç geçiriyorum. Süngüm düştü düşecek. Birden dikleniyorum: Ben tabii ki ben…
Yenilgi kendimi en güçlü sandığım anlarda daha önce defalarca beni istila ettiği için, teyakkuz durumundayım. Gözüm kitapta, kulağım cenk meydanında.
Bir kuş sesi duysam, borazan sanıp hemen siper alıyorum. Bir kış sesi duysam, kılıç sanıp, elimi belime atıyorum.
Yine bir kuş sesi. Kitabı elimden atıp, Cevşen’i bir zırh gibi giyip, sipere yatıyorum.
Sanki bir kadırga batıyor da, bir forsa kendini denize atıyor.
Sanki deprem oluyor da, hayırsız bir baba evlad-ü iyalini aklına bile getirmeden, kendini pencereden aşağıya bırakıyor.
Sağ elimde“Cevşen”, sol elimde“Zülfikar” adlı kılıcımla yavaş yavaş siperden çıkıyorum. Tehlikenin geçtiğine emin olduğum zaman çadırı terk ediyorum.
Kalbim kılıçlar gibi keskindir benim. Kılıcın ışığıyla en uzak ufukları bile görebilirim. Buna inandırmak istiyorum kendimi. Bunun için gözlerimi siperlerde gezdiriyorum.
Güneşin aydınlattığı, üstlerine kendinden renkler bıraktığı ordularımı teftişe çıkıyorum. Eksiklikleri, fazlalıkları Rica’lar suretinde lem’alem’a not ediyorum.Korkulardan, havflardan, recalara, ‘Rica’lara sığınıyorum.
Teftiş sırasında karanfil bahçeleri diziliyor hayalime. Bir serap mı görüyorum ne? Yoksa gerçek mi? Hayır gerçek değil. Bunu anlıyorum.
Ama bir şeyi daha anlıyorum ki, her nazar başka bir ufuk açıyor bana. Aman bu nazarıma nazar değmesin. Aman şu kalbime bir felaket gelmesin.
O an, bu aşk cenginde karanfilleri kullanmak geliyor aklıma. Savaşta ara bölgeler oluşturmak için, sandık sandık karanfil sevk ediyorum cepheye. Sandıkların üzerine de aşk ve savaş dilinde yazılar yazıyorum: Siviller kırılmaz.
Biliyorum hiçbir silah karanfil kadar vurucu ve koruyucu olmuyor.
Karanfili cenge alet ettiğim için, kendime acıyorum. Acımak yaralıyor beni, sesim titriyor. Istırabım sıva tutmuyor.
Sevkiyatı durduruyorum. Kendilerine rüyalarımı, dualarımı, sırlarımı, gözyaşlarımı emanet ettiğim Hatice’yi ve Aişe’yiyanıma çağırıyorum.
“Çok zor durumda kalırsak, üzerinde Zeynep(radyallahutealaanh)ve Mustafa (aleyhisselatü vesselam) yazan bu iki sandık karanfili Barla’ya verirsiniz” diyorum.
Sevkiyatı durdurunca, korkunun büyüttüğü aşkın ağına düşmüş bir av misali kıvranıyorum. Bir zamanlama hatası yaparak cengi kaybetme ihtimali aklıma geliyor, ürperiyorum.
Sevdiceğimin (aleyhisselatü vesselam) bir zamanlar Senine isimli bir atı vardı. Ben de atıma bu ismi vermiştim. Hayli gerilen azalarımı gevşetmek için Senine’ninsırtını sıvazlıyorum.
Atım yokken, sıkıntı ve heyecandan saçlarımla oynadığım zamanlar geliyor aklıma. Bu aşk yokken, ne at vardı, ne savaş... Neye sevineceğimi, neye üzüleceğimi bilemiyorum. Atım olmasına mı sevineyim, savaşın çıkmasına mı üzüleyim?
Elimi Senine’nin sırtından alıp, geme uzanıyorum. Eğere atlıyorum. On sekiz bin alem Barla gibiler için yaratılmış. İnsan ya Barla’ya boyun eğer veya ondan başka her şeye boyun eğer…Bunu biliyorum, ama yine de boyun eğmek istemiyorum.
Senine toynağa kalkıyor.
Ordularımın moralini yüksek tutmak için naralar atıyor, şiirler okuyor, BarlaLahikaları yazıyor, menkıbeler anlatıyorum.
Hepsinin gözüne sinmiş endişeyi gördüğüm halde konuşmaya devam ediyorum. Onlar da sağ olsunlar beni üzmemek için bağırıyorlar: ‘Korkmuyoruz, yenilmeyeceğiz!...’
Açık alanda yürürken birini izlemenin en iyi yolu gölgeleri takip etmek olduğunu bildiğimden, bir gözümü gölgemden hiç ayırmadan yürüyorum.
Her an Barla’nın gölgesi gölgeme vurabilir.
Bundan dolayı Senine’nin karnına ayaklarımı hızlı hızlı vuruyorum.
Bu kadar iyi eğitilmiş, bu kadar kitap okumuş, bu kadar şiir söylemiş, bu kadar cenk şarkısı dinlemiş ordularıma, bu kadar cephaneme rağmen, yine de güçsüz buluyorum kendimi.
Az sonra Barla ufuklarda görünüyor. Göz göze geliyoruz.
Kalbim paramparça. İçimde üste depremler, savaş naraları. Elim tetikte.
Asırlarca birbirimize bakıyoruz.
Dayanamıyorum.
“Bir an önce şu savaş bitsin, ne olacaksa olsun” diyerekkaranfil yüzlü yâre, Barla’ya doğru atımı sürüyorum.
Yâre, yaklaştıkça bilinmez bir duyguyla depreniyorum. Nereden estiğini anlayamadığım bir fırtına büyüyor içimde. Kıyamet günü annelerin çocuklarını bile gözleri görmezmiş. Böyle bir hal yaşıyorum o an.
Artık bir mahşerin içinde olduğumu hissediyorum. Çocuğum olan gölgemi terk ediyorum, canımın derdine düşüyorum.
Az ileride karanfil yüzlü Barla beliriyor.
Bir kum körfezinde kuşatılıyorum. Çember daralırken an be an, Barla işaretini veriyor, orduları duruyor.
Kurtlar, Kuşlar, Ceylanlar, Hüsrevler,ZüBeyirler, Sungurlar, Bayramlar, duruyor.
Hüsnü Bayramlar, Tahiri Mutlular,Hafız Aliler, Hasan Feyziler duruyor.
Şamlı Hafız Tevfikler, Santral Sabriler, hemşerilerim Muhacir Hafız Ahmetler duruyor.
Albay Hulusiler, Binbaşı Asımlar,Yüzbaşı Re'fet Barutçular duruyor.
Dünya duruyor, dünyalar duruyor.
On sekiz bin alem duruyor….
Asırlarca on sekiz bin alem ve içindekiler susuyor.
Birden, on sekiz bin alem, on sekiz bin alemin Sultanının (aleyhisselatü vesselam)en sadık gedası Barla haykırıyor:
‘Teslim ol!’
Yanımda hiçbir Beyaz bez yok. Buna seviniyorum.
Lime lime edilinceye dek savaşabilirim artık.
Bir saniyede göğsüm savaş arzusuyla doluyor.
‘Hayır!’ diyorum.
Aşktan da, ölümden de korkmayan adam havası vermeye çalışıyorum. Ona aşık olmadığımı haykırmaya çalışıyorum. Dilim dolanıyor. Bunu söyleyemiyorum.
Barla tekrar haykırıyor: “Teslim ol!”
Direncimi kaybediyorum.
Tükendiğimi hissediyorum.
Dilim çözülüyor.
Bir yağmur gibi boşalıveriyorum.
“Teslim oluyorum!” diyecekken, “Seni seviyorum!” diyorum.
Bir karanfili bayrak gibi havaya kaldırıyorum.
Rezil oluyorum.
Ben nasıl “Teslim oluyorum!” diyecekken, “Seni seviyorum!” diyebilirim...
Yapacak bir şey yok, diyorum kendi kendime.
Sesime koşan ordularım beni kurtarmakta çok geç kalmış oluyor. Karşı tepelerdeki ordularıma silahlarını bırakmalarını emrediyorum. Hatice’yi ve Aişe’yi yanıma çağırıyorum. İçim kan revan içinde.
Yenilmiş bir Sultan olarak attan iniyorum. Üzerinde Zeynep(radyallahutealaanh)ve Mustafa (aleyhisselatü vesselam) yazan karanfil sandıklarınıSenine’nin iki yanına yüklüyorum.
Senine’nin geminden tutup, Barla’ya doğru yürüyorum.
Senine’nin geminden tutup, dünyaya doğru yürüyorum.
Senine’nin geminden tutup, on sekiz bin aleme doğru yürüyorum.
Senine’nin geminden tutup, kurtlara, kuşlara, Ceylanlara, Hüsrevlere, Zübeyirlere, Sungurlara, Bayramlara doğru yürüyorum.
Senine’nin geminden tutup, Hüsnü Bayramlara, Tahiri Mutlulara, Hafız Alilere, Hasan Feyzilere doğru yürüyorum.
Senine’nin geminden tutup, Şamlı Hafız Tevfiklere, Santral Sabrilere, hemşerilerim Muhacir Hafız Ahmetlere doğru yürüyorum.
Senine’nin geminden tutup, Albay Hulusilere, Binbaşı Asımlara,Yüzbaşı Re'fet Barutçulara doğru yürüyorum.
Senine’nin geminden tutup, Barla’ya doğru yürüyorum.
Barla at üzerinde beni bekliyor.
Onun atı sarı, doru bir at, benimkisi arı, duru bir at. Arı duru at, sarı, doru atın yanına varıyor, ben Barla’nın yanına varıyorum.
Göğsümden hançeri çıkarır gibi, ağrıyla teslimiyetin timsali karanfili üzerinde Zeynep(radyallahutealaanh) yazan sandığın üzerine mühür gibi yapıştırıp, ‘Teslim oluyorum’, diyorum.
Yenildim, yine yenildim, diyorum atlarımın nal sayısınca.
Yenildim, yine yenildim sana ey karanfil yüzlü Barla...