Karanlık bir perdedir sır saklar. İçine düşeni belki sıkar, boğmak ister, korku salar. Bu durumdaki bir insan, bu cendereden bir an önce kurtulmaya ve feraha kavuşmaya can atar.
Işığın kıymeti ve derecesi karanlığın taşkınlığı ile anlaşılır. Karanlık insanı, belki insanın içini boğmaya ve ızdıraba gark etmeye çalıştığı gibi ışığı da boğmak, baskın çıkmak ister. Buna bir dur diyen olmazsa başarılı da olur.
Allah kara ile beyaz arasında, karanlık ile aydınlık arasında bir denge kurmuştur. Ne kadar kara lazım ise o kadar kara, ne kadar beyaz lazım ise o kadar beyaz kullanmıştır. Nizam ve intizamı çok mükemmel, insanları şaşırtan çok harika tarzlarda kurmuştur.
Gözün beyazı kördür. Biz gözümüzün siyah noktasından bakarız o renkli ve cıvıl cıvıl dünyaya. Ruhumuzun penceresi olan o siyah noktadan aydınlık doğar içimize. Tüm korku ve endişe verici karanlık köşelerimiz aydınlanır, sevip, ünsiyet edebileceğimiz dış dünyayı ve oradaki varlıkları, hep o siyah noktadan süzülerek görürüz.
Kudsî Hadise göre; Allah, “Ben gizli bir hazine idim, görmek ve görünmek istedim” diyor. Sanatçılar da öyle değil mi? Onlar da sanatlarını görmek ve göstermek isterler. Böylece Cemal Sahibi Sanatkâr, yokluk karanlıklarını kapatmış ve aydınlık olan varlık sayfasını açmış, onun üzerine hazinelerini dizmiş ve güzel bir sergi yapmış, bu sergiden bazılarını da seyirci yapmıştır. Hayata gözlerini açan bütün akıllı ve şuurlu varlıklar, o sergiyi, o siyah nokta ile şimdiye kadar seyrettiler, seyrediyorlar ve bundan sonra da seyretmeye devam edeceklerdir. Beklenen ise, takdir ve senadan başka bir şey değildir.
Bahar mevsiminde kara toprağın altından aydınlığa doğru can atarak fışkıran bitkiler ve böcekler, bu gizli hazinelerden sergiye çıkartılan mücevherler değiller midir? Kıymetli cevherler kasalarda, hazinelerde gizlenir. Yüce Allah kıymetli şeyleri hep karanlıkta saklıyor, besliyor, büyütüyor, hazırlıyor ve vakti gelince de gün yüzüne çıkarıyor.
Feza denizinde yüzen dünya gemisine direk olarak çakılmış olan dağların altları hazinelerle doludur. İnsanın kıymet verdiği altın orada, elmas orada, sosyal hayata aydınlık saçan kömür oradadır. İnsanoğlu onları çıkartmak için çok çabalıyor. Kilometrelerce karanlık yerin altına tüneller kazarak giriyor. İhtiyaçlar karşılansın, medeniyet yükselsin, cepler para görsün, evlatlar gün görsün diye.
Bazen kalbi kararmışların, gözleri içe dönmüşlerin belki hatası, ihmali ve aç gözlülüğü, belki de düşüncesizliği, menfaatperestliği ve tedbirsizliği nedeniyle kazalar oluyor. Kazaları da halk, hep kara olarak görmüştür. Çünkü hayatları karartmış, insanları yasa boğmuş, başlara karalar bağlatmıştır.
Böyle durumlardan dolayı insanlar, teselliye ve ölümün yok olup gitme olmadığını bilmeye çok ihtiyaçları vardır. Anne karnı gibi üç karanlıktan geçirerek dünyaya gönderilen insana, öldükten sonra da cennet gibi bir gözaydınlığı vereceğini sonsuz hazinelerin sahibi olan Zat-ı Zülkemal müjdeliyor, vaad ediyor. Bu müjde ve vaad, kalp ve ruhları karanlıklar içinde kalan insanları aydınlığa çıkartıyor, ümit veriyor, teselli ediyor.
İnsanın hayata gönderiliş nedenlerinden biri de içindeki karanlıkları aydınlatmaktır. Vücuduna yerleştirilmiş çekirdek hükmündeki ve karanlıklar içinde muhafaza edilen o kadar çok yetenekleri ve duyguları var ki saymakla bitmez. İnsanın onları çatlatarak mükemmelliğe ulaşması ve aydınlık alanlarını genişletmesi ve cennetin nimetlerinden mükemmel bir şekilde istifade edebilmesi için kendini hazırlaması gerekiyor. Bu nedenle insan dünyaya sığamıyor, dar geliyor. Bir bakıma dünya karanlık hükmüne geçiyor.
Karanlığın zahirine takılıp ümitsizliğe düşmek yerine, batınına bakıp vasıta olduğu güzellikleri görerek, sırlarını keşfederek geleceğe ümitle bakmak insan olmanın bir gereğidir.
Cennet kendine layık olanlara ağuşunu açmış beklemektedir.