Eserin asıl metni ile izah metninin bir arada sunulduğu Risale-i Nur İzah Metinleri çalışmamızı sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz. Bu çalışmada, kelime ve kavramların ilk kez geçtiği noktada A, B, C… şeklinde dipnotlarda belirtilmesi, daha sonraki geçişlerinde ise kelime üstlerinde numaralarla yapılan atıflarla kitap arkasında yer alacak kavramlar sözlüğünde belirtilmesi esas alınmıştır.
Şimdi sizleri dünyanın en kârlı ticaret anlaşmasının şartlarının ve elde edebileceğiniz büyük kazancın ele alındığı çok cazip bir teklifle baş başa bırakıyoruz.
ESERİN METNİ
Altıncı Söz
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اِنَّ اللَّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُوءْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ [A]
Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak ve ona abd9 olmak ve asker olmak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:
Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, her birisine emaneten birer çiftlik verir ki; içinde fabrika, makine, at, silâh gibi her şey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan, hiçbir şey kararında kalmaz. Ya mahvolur veya tebeddül[B] eder gider. Padişah, o iki nefere kemal-i merhametinden bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız. Tâ, sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi’ olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır, pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki âletler, benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiyatı, hem ücretleri, birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masarıfatını[C] tedarik edemezsiniz. Bütün masarıfatı ve levazımatı, ben deruhde ederim. Bütün vâridatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr...
Eğer bana satmazsanız, zâten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude gidecek, hem o yüksek fiyattan mahrum kalacaksınız. Hem o nâzik, kıymetdar âletler, mizanlar, istimal59 edilecek şahane madenler ve işler bulmadığından; bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasaret içinde hasaret...
Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Âdi bir esir ve başıbozuğa bedel, âlî bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri olursunuz.
Onlar, şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi:
-Baş üstüne, ben maaliftihar satarım. Hem, bin teşekkür ederim.
Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbin, ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi, dünya zelzelelerinden dağdağalarından haberi yok. Dedi:
-Yok! Padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam...
Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıbta ederdi. Padişahın lütfuna mazhar olmuş[D], has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri, öyle bir hale giriftar olmuş ki: Hem herkes ona acıyor, hem de “müstehak!” diyor. Çünkü hatasının neticesi olarak hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azap çekiyor.
İZAH METNİ
Elinde sermaye olarak bir gayr-ı menkul bulunan insan, bu sermayesini çeşitli yollarla işleterek kâr elde etmek ister. Ya satmak veya kiralamak ya da iş yeri olarak kullanmak yoluna gider. Eğer söz konusu mal emanet ise, normal şartlarda satmak imkânı yoktur.
Hayal edelim, savaş zamanı ve hiç kimse elindeki malını koruyamıyor. Böyle bir zamanda, asıl mal sahibi geliyor ve bize diyor ki:
“Emanetimi sanki mal sahibi sizmişsiniz gibi, elinizde bulunan kendi malımı sizden yüksek bir fiyatla satın alacağım. Bir de içindeki aletler, cihazlar da benim adıma çalıştırılacak ve yüksek kâr getirecek. İşletme masraflarını ben karşıladığım gibi, bu kârın da tamamını size vereceğim. Ayrıca savaş süresince ben koruyacağım ve bu süre zarfında da malı yine sizin elinizde bırakacağım. Savaş bitince de, daha güzel bir şekilde restore edip, size geri iade edeceğim. Eğer satmazsanız, kimse savaş zamanında malını koruyamadığından, malınız elinizden çıkacak ve mahvolacak. Hem satış fiyatından olacaksınız. Hem de kendi başınıza çiftlik içindeki kıymetli cihazları işletecek uygun işler bulamayacağınız için, hem cihazlar kıymetten düşecek, hem de yüksek kâr getirecek işletme karından olacaksınız. Emaneti koruma zahmetiniz ve emanete iyi bakmamanızın cezası da üstüne eklenecek. Zaten bana satmanızdan kastettiğim şey, malın benim adıma işlettirilmesinden ibarettir. Yoksa zaten malı sizin elinizde bırakacağım.”
Böyle cazip bir teklifle sanırım dünya şartlarında karşılaşmamızın imkân ve ihtimali yoktur değil mi? Şimdi bu teklifi iyi anlayalım ve aklımızda tutalım, çünkü bu temsilin penceresinden Allah’ın insana bu dünyada ne kadar cazip bir teklifte bulunduğunu anlamak için temsilin hakikatine geçeceğiz.
ESERİN METNİ
İşte ey nefs-i pürheves! Şu misalin dürbünü ile hakikatin yüzüne bak. Amma o padişah ise, ezel-ebed Sultanı olan Rabbin, Hâlıkındır. Ve o çiftlikler, makineler, âletler, mizanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve bâtınî hasselerindir.[E] Ve o yaver-i ekrem ise, Resul-i Kerim’dir. Ve o ferman-ı ahkem ise, Kur’ân-ı Hakîm’dir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi, şu âyetle ilân ediyor:
اِنَّ اللَّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُوءْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ [F]
Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki; durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: “Madem her şey elimizden çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba bâkiye tebdil edip ibka etmek çaresi yok mu?”[G] deyip, düşünürken birden semavî sadâ-yı Kur’ân işitiliyor. Der: “Evet var. Hem, beş mertebe kârlı bir surette güzel ve rahat bir çaresi var.”
Sual: Nedir? Elcevab: Emaneti, sahib-i hakikîsine satmak.. İşte o satışta, beş derece kâr içinde kâr var.
Birinci Kâr: Fâni mal, beka bulur. Çünkü Kayyum-u Bâki olan Zât-ı Zülcelal’e verilen ve onun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil, bâkiye inkılab eder, bâki meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, âdeta tohumlar, çekirdekler hükmünde zahiren1 fena bulur, çürür. Fakat âlem-i bekada, saadet çiçekleri açarlar ve sümbüllenirler. Ve Âlem-i Berzah’ta ziyadar, munis birer manzara olurlar.
İkinci Kâr: Cennet gibi bir fiyat veriliyor.
Üçüncü Kâr: Her âza ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar. Meselâ: Akıl bir âlettir. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş’um[H] ve müz’iç ve muacciz bir âlet olur ki; geçmiş zamanın âlâm-ı hazînanesini ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifanesini senin bu bîçare başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner.
İşte bunun içindir ki: Fâsık adam, aklın iz’ac ve tacizinden kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikî’sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar. Meselâ: Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni’-i Basîr’ine30 satsan ve onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mu’cizat-ı san’at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar. Meselâ: Dildeki kuvve-i zaikayı, Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzak-ı Kerim’e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i İlahiye hazinelerinin bir nâzır-ı mahiri ve Kudret-i Samedaniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar. İşte ey akıl, dikkat et! Meş’um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvad nerede? Kütübhane-i İlahînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hassa-i rahmet nâzırı nerede? Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzaları kıyas etsen anlarsın ki: Hakikaten mü’min Cennet’e lâyık ve kâfir Cehennem’e muvafık bir mahiyet kesbeder. Ve onların her biri, öyle bir kıymet almalarının sebebi: Mü’min, imanıyla Hâlıkının emanetini, onun namına ve izni dairesinde istimal59 etmesidir. Ve kâfir, hıyanet edip nefs-i emmare hesabına çalıştırmasıdır.
Dördüncü Kâr: İnsan zaîftir, belaları çok. Fakirdir, ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelal’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azab içinde kalır. Semeresiz[İ] meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder.
Beşinci Kâr: Bütün o âza ve âletlerin ibadeti ve tesbihatı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda, Cennet yemişleri suretinde sana verileceğine; ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşahede ittifak etmişler. İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasaret50 içinde hasarete düşeceksin.
Birinci Hasaret: O kadar sevdiğin mal ve evlâd ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi’ olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.
İkinci Hasaret: Emanette hıyanet cezasını çekeceksin. Çünkü en kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin.
Üçüncü Hasaret: Bütün o kıymetdar cihazat-ı insaniyeyi, hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp hikmet-i İlahiyeye iftira ve zulmettin.
Dördüncü Hasaret: Acz ve fakrın ile beraber, o pek ağır hayat yükünü, zaîf beline yükleyip zeval ve firak sillesi11 altında daim vaveylâ edeceksin.
Beşinci Hasaret: Hayat-ı ebediye esasatını ve saadet-i uhreviye levazımatını57 tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel hediye-i Rahmaniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir.
Şimdi satmağa bakacağız. Acaba o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar. Yok, kat’â ve aslâ! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Feraiz-i İlahiye7 ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise: Yalnız bir asker gibi Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli. Yâ Rab! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn demeli ve ona yalvarmalı...
İZAH METNİ
İşte temsildeki emanet mal ve sermaye, bizim hayatımız ve vücudumuzdur. Kıymetli cihazlar ise, vücudumuz içindeki akıl, kalp, göz, kulak gibi maddi ve manevi donanımımızdır. Hakikaten, bu dünya üzerinde sürekli bir “yaşam savaşı” vardır. Her gün yüz binlerce insan dünyaya gelirken, yüz binlerce insan hayata veda eder ve sahip olduğu her şey elinden çıkarak bu dünyayı terk eder.
İşte insan kendine şunu sormalı:
Madem böyledir, peki bu durumun hiç bir çaresi yok mu? Yok olmasak, her şeyimizi kaybetmesek, sevdiklerimizden ayrılmasak olmaz mı? Ebedi yaşamak imkânı yok mu? Eğer böyle bir imkân varsa, bu çareye ne kadar önem vermeliyiz? Böyle bir çare, maddi ve manevi olarak ne kadar bedel ödemeye değer?
İşte böyle bir durumda Kur’ân’ın ilahi sadâsı diyor ki: “Evet var. Hem, beş mertebe kârlı bir surette güzel ve rahat bir çaresi var.”
Sizce böyle bir teklifle ilgilenmek ve her şeyi ikinci plana bırakıp, bu teklifin gereğini yerine getirmeyi birinci sıraya koymak, aklın ve insan olmanın gereği olmaz mı?
Temsilin hakikatinde sıralanan beş kâr ve beş zarar, eser metninde mükemmelen izah edilmiş. Biz üçüncü kâr üzerinde duralım.
En büyük nimetlerden olan akıl çok kıymetli bir cihazdır. Temsilde “o kıymetli cihazlara, kendi kıymetlerine uygun işler bulunmazsa ve işlettirilmezse, cihazların kıymetten düşmesi” ifadesinin hakikatine bakalım. Akıl, insanın sadece nefsi ve menfaati için işlettirilse, geçmişteki acı hatıraları ve gelecekle ilgili endişeleri düşünmesi sebebiyle, insana azap verici bir cihaz olur. Zaten dinden uzak insanlar, yalancı ve geçici bir çözüm olarak, düşünmemek veya unutmak için, içki ve gayr-ı meşru eğlenceler gibi gaflet verici ve uyuşturucu maddi-manevi sarhoşluk vasıtalarına yapışırlar. Hâlbuki akıl, şu kâinatın sırlarını ve hakikatlerini keşfetmek ve anlamak için verilmiştir.
Hani denir ya, “aklını yorma ince ve derin şeylerle”. Hâlbuki akıl, kâinatın ince ve derin meseleleri hakkında kafa yormak için verilmiştir.
Aklı, aklın sahibi adına kullanmak ve akıl cihazını O’na satmak, bu kâinatı yaratmak maksatlarını anlama yolculuğunda aklı kullanmak ve işlettirmek demektir. Bu sayede akıl, insanı taciz eden bir azap aleti olmaktan çıkıp, ebedî saadet için bir hakikat rehberine dönüşür ve bir nimet olur.
Göz nimeti de böyledir. Eğer göz, sadece geçici, bazı nefsanî güzellikleri seyretmek için kullanılsa, bu kadar mükemmel bir alet, çok basit ve aşağı bir amaç için kullanıldığından, o nispette değeri de düşer.
Hâlbuki o göz, kâinattaki ilahî sanat güzelliklerini görmek ve takdir etmek için kullanılsa ve büyük bir kitap gibi manalarını okutan kâinat kitabını okuyan bir tetkik edici olsa ve muhteşem kudret mucizeliklerini ibretle ve hayretle seyretse, kendisini yaratanın izni ve isteği dairesinde baksa, çok yüksek bir kıymet kazanır ve ebedî hayatta çok daha muhteşem cennet manzaralarını ve ilahî güzellikleri seyretmeye layık olacak bir alet kıymetine yükselir.
Dildeki tat alma duyusu da, sadece midenin basit ihtiyaçlarına hizmetkârlık eden bir alet olarak kullanılsa, kullanılma amacının basitliği derecesinde, kıymeti de basit ve düşük olur.
Hâlbuki bu cihaz, Allah’ın muhteşem nimetlerini görüp, tadıp, tartıp şükretmek ve kudret ve rahmetinin büyüklüğünü, nimetlerin çeşitliliği ve mükemmelliği ile anlamak yolunda kullanılsa, nimetlerin kıymetini takdir eden bir müfettiş gibi olsa, bu nimetlerin ebedî cennet nimetlerinin numuneleri olduğunu anlasa ve o nimetlerin ebedî asıllarına talip olsa, kullanma amacının yüksekliği derecesinde kıymeti de yükselir ve ebedî cennet lezzetlerini kazanmaya vesile olur.
İşte kâfirin cehenneme, mü’minin cennete layık bir kıymet almalarının sırrı, buradan anlaşılıyor. Kendilerine verilen emaneti nerede ve kim hesabına kullandıkları, kıymetlerini belirliyor ve kendi kıymetlerine layık yerlere sevk ediliyorlar.
Evet, bu kadar cazip bir satış ve yatırım imkânını, insan ismine layık olmak isteyen insan, mutlaka değerlendirmelidir.
Metin İçinde Geçen Kavramlar Sözlüğü Numaraları:
9-Abd olmak: Kul olmak.
59-İstimal etmek: Kullanmak.
1-Zahirî: Yüzeysel, görünüşte. Zahir: Açık. Zahiren: Görünüşte.
30-Sâni: Sanatkâr, yaratıcı.
50-Hasaret ve helaket: Zarar ve mahvolma.
11-Firak ve zeval sillesi: Ayrılık ve yok olma tokadı.
57-Levazımat: Gerekli olan şeyler.
7-Eda-i feraiz ve terk-i kebair: Farzları yapmak ve büyük günahları tek etmek.
[A] “Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır.” Tevbe Sûresi, 9:111.
[B] Tebeddül etmek: Değişmek, başka bir şekle girmek. Kemal-i merhamet: Merhametinin çokluğundan, mükemmelliğinden. Yaver-i Ekrem: Emirleri yerine ulaştırmakla görevli yüksek rütbeli emir subayı. Peygamberimize işarettir.
[C] Masarıfat: Masraflar. Levazımat: Gerekli olan şeyler. Varidat: Gelirler.
[D] Mazhar olmak: Sahip olmak, bir şeye erişmek, nail olma, şereflenme. Mazhar: (2.anlamı) Bir şeyin göründüğü, zahir olduğu yer.
[E] Zahirî ve bâtınî hasseler: Dıştan görünen duyu organları ve görünmeyen duygular.
[F] “Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır.” Tevbe Sûresi, 9:111.
[G] Bâkiye tebdil edip ibka etmek: Ebedî bir şekle dönüştürüp devam ettirmek.
[H] Meş'um, müz'iç, muacciz: Uğursuz, rahatsız eden, sıkıntı veren. Âlâm-ı hazînane ve ehval-i muhavvifane: Hüzünlü acılar ve korkulu haller. Yümünsüz ve muzır: Uğursuz ve zararlı. Sukut etmek: Düşmek, kıymetini kaybetmek.
[İ] Semere: Netice, meyve.