Kastamonu Lahikasının ilk mektubunu tetkik etmeye devam ediyoruz. Bu yazımızda çalışacağımız cümle şu:
“Ben, sizi yazılarınızda ve hatırımdan çıkmayan hidematınızda günde müteaddid defalar görüyorum. Ve size olan iştiyakımı tatmin ediyorum. Siz de bu bîçare kardeşinizi Risalelerde görüp sohbet edebilirsiniz. Ehl-i hakikatin sohbetine zaman mekan mani olmaz; manevî radyo hükmünde biri şarkta biri garbda, biri dünyada biri berzahta olsa da rabita-i Kur’aniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.”[i]
İman ve Kur’an rabıtası mü’minleri sıkı sıkı birbirine kenetliyor. Saff Suresinin dördüncü âyeti bu bağın Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya vesile olduğuna ve aynı zamanda bu bağın ne denli kuvvetli olması gerektiğine vurgu yapıyor: “Bilin ki Allah kendi yolunda sağlam örülmüş bir duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları sever.” Bu Hadis-i şerif de aynı hakikati ifade ediyor: “Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir."[ii]
Bediüzzaman Said Nusi 1921 senesinde kaleme aldığı Rumuz adlı eserinde bu kuvvetli bağ hakkında şunları söylüyor:
"İttihad-ı İslâm, şarktan garba, cenuptan şimale mümted bir meclis-i nurânîdir ki, el'an üç yüz milyondan fazla bulunur ki, gafletlerinden nâşi gayr-ı meş'ûr bir sûrete girmiş olan bir rabıta-i metin ile birbiriyle merbutturlar. Misâk-ı ezeliye ile, peyman ve yeminimiz olan iman ile o cemiyete dahil olmuşuz, ehl-i tevhidiz, ittihada memuruz. Şu cemiyetin şubeleri bütün mesacid ve medaris ve tekâyâ ve zevâyâdır. Ve şu cemiyetin reisi, Resul-i Ekremdir (a.s.m.). Kanun-u esasîsi, Kur'ân-ı Azîmüşşândır.”[iii]
Risale-i Nur Külliyatında bu iman bağının bir şubesi olarak Nur Talebelerinin nasıl birbiri ile manen görüştüklerine ve maddeten ayrılıklarının bu irtibat ve görüşmeye mâni teşkil etmediğine dair pek çok fıkralar vardır. Şimdi bunlardan numune olarak bazılarına bakalım:
“Sureten görüşmediğimizden merak etmeyiniz. Bizler mânen her zaman görüşüyoruz. Benim ehemmiyetsiz şahsıma bedel, Nurdan elinize geçen hangi risaleyi okusanız veya dinleseniz benim âdi şahsım yerine, Kur'ân'ın bir hâdimi haysiyetiyle, benimle o risale içinde sohbet edersiniz. Zaten ben de sizinle bütün dualarımda ve yazılarınızda ve alâkanızda hayalimde görüşüyorum ve bir dairede beraber bulunmamızdan her vakit görüşüyoruz gibidir.”[iv]
“…mütesellî olduğum iki cihet var. Biri: elimizdeki mübarek Sözler vasıtasıyla daima sohbet-i mânevîde bulunduğumuz.”[v]
“Zaten mesleğimizde zaman, mekân sohbetimize mâni olamaz. Şarkta, garpta, hattâ âhirette, berzahta olsa da beraberiz. Meselâ, berzahta Hafız Ali (r.h.) hergün mânen yanımızdadır. Bu hakikate binaen, sûrî ayrılmaya, hattâ ölüme ehemmiyet vermemeliyiz.”[vi]
Nur talebelerinin mabeynin deki manevi irtibat elbette bütün ehl-i imanın arasında bulunan irtibatın numunesidir. Bu bağın dünyadaki hatta daha Âdem Aleyhisselam dünyaya gönderilmezden evvelki numunesi ise Âdem Aleyhisselam’ın, Efendimiz Aleyhissalatu vesselamın nurunu görerek Rabbimizden sual etmesidir.
Peygamberler arasındaki bağın pek çok numuneleri hadis kaynaklarında ve tarihi kaynaklarda mevcuttur.
Yine îman bağı iledir ki İmam-ı Ali (ra) ve Abdülkadir-i Geylani (ks) yüzlerce ve bin küsur sene evvelinden ahir zamanda imana Kur’ana hizmet edecek Risale-i Nur eserlerini, müellifini ve talebelerini görerek haber vermişler. Keramât-ı Aleviyye ve Keramât-ı Gavsiyye risalelerinde bu işaretler zikrediliyor.
Risale-i Nurlar muhakeme edildiği hengamda Diyarbakır sulh ceza mahkemesinde yaptığı müdafaasında Mehmet Kayalar Ağabey böyle diyor:“Risale-i Nur, Kur’anın malıdır. Arşı ferşe bağlayan Kelamullah ile mâzi canibindeki milyarlar ehl-i îman, Evliya ve Enbiya alâkadar oldukları gibi, Risale-i Nur mahkemesiyle de manen alâkadardırlar.”[vii]
Risale-i Nur, Kur’an ile bağlı olduğundan -ister mâzide yaşamış olsun ister bugün- Kur’an ile alâkadar olan herkes Risale-i Nur ile mânen alâkadardır.
Bediüzzaman Said Nursi Hazreti Ali (ra)nin manevi evladı olduğunu ve Cevşen-ül Kebir vasıtasıyla da Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin (radiyallahu anhüma) ile merbut olduğunu Emirdağ Lahikasında beyan etmiş.
Îman bağı mü’minleri birbirine bağlamakla kalmıyor insanı bütün kâinata rabt ediyor. Şimdi bunun misallerine bakalım:
“Evet, Kur'ân'ın tilmizi, en büyük şeyleri, arş ve şems gibi mevcutları birer memur, birer mahlûk, musahhar birer âciz tanır. Ruhunda, bütün ehl-i semâvât ve arz Salihlerine karşı öyle bir alâka-i şedide-i uhuvvetkârane hisseder ki, ehl-i beytine dua ettiği gibi, an samimi'l-kalb onlara da dua edip, saadetleriyle mes'ut olduğunu gösterir.”[viii]
“Hem şuur-u imanî ile ve intisap ve münasebetle umum mevcudata bir alâka, bir nevi ittisal peydâ olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücut, o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâka ve ittisal cihetinde güya onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtrî aşk teskin edilir.”[ix]
Esasen Dördüncü Şua’nın birinci mertebesi bütünüyle İman bağını izah ediyor. Yirmi Üçüncü Söz’de imanın, insanı San’atkâr-ı Zülcelâline rabteden bir intisab olduğu anlatılırken Dördüncü Şua’da ise, ilmelyakîn değil aynelyakîn mertebesinde, insanın mahiyetinin Cenab-ı Hakkın bir isminin gölgesi olduğu hârika bir tarzda izah ediliyor.
Demek iman bağının mü’minleri ve bütün mahlukâtı birbirine bağlayan bir bağ olması; imanın gösterdiği bu hakikattir ki: her bir mevcud Allah’ın isimlerinin tecellilerinin cilveleridir, gölgeleridir. Allah’a olan bu intisab şuuruyladır ki her bir mü’min hem mü’min kadreşleri ile hem de bütün mevcudat ile kopmaz nurâni bağlar ile bağlanmıştır. Bu hakikat yine Dördüncü Şua’da böyle ifade edilmiş:
“Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki, bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisatla hadsiz vücutları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymettar, bâki, müteaddit vücutları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücut kadar kıymettar olduğunu ilmelyakîn ile bildim.
Çünkü, şuur-u imanla bu vücudum Vâcibü'l-Vücudun eseri ve san'atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşî evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz mufarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zihayatlara taallûk eden ef'âlde, esmâ-i İlâhiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peydâ ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visâl var olduğunu bildim.”[x]
Demek ki îman bağı, hem Âdem Aleyhisselam’da kıyamete dek gelecek bütün mü’minleri birbiri ile rabt ediyor ve her bir mü’mini bütün kainat ile alâkadar ediyor.
Bu konuyla alakadar daha pek çok notlarım var lâkin uzun gitmemek için burada kalalım.
Bunu da ifade edeyim ki; Bediüzzaman Said Nursi, neden geri kaldığımız sualini cevaplarken “Ehl-i Îmanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek”[xi] hastalığını da bir sebeb olarak gösteriyor.
Nurâni ve nurları incitmeyen rabıtalarımızın kıymetini bilmek duasıyla…
[i] Kastamonu Lahikası s.5 (Envar N. 1995)
[ii] Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Nesâî, Zekât: 67; Müsned, 4:405, 409.
[iii] İlk dönem eserleri – Rumuz s. 279 (erisale)
[iv] Tarihçe-i Hayat s. 729 (erisale)
[v] Barla Lahikası s. 70 (erisale)
[vi] Emirdağ Lahikası I- s. 132 (erisale)
[vii] İşârât-ül İ’caz s. 229 (Envar Neşriyat 1996)
[viii] ilk dönem eserleri nurun ilk kapısı s. 81 (erisale)
[ix] Şualar s.96 (erisale)
[x] Şualar s.105 (erisale)
[xi] Tarihçe-i Hayat s. 115 (erisale)