Sadık olmak (2)
Sadakat, sıdk kökünden geliyor yani doğruluk. İşarat-ülİ’cazda sıdkın ne derece önemli olduğu böyle tarif edilmiş:
“İslamiyetin esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemalata isal edici, sıdktır. Ahlak-ı aliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. alem-i İslamın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri kabe-i kemalata isal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren, sıdktır. Muhammed-i Haşimi Aleyhissalatü Vesselamımeratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.”(İşarat-ülİ’caz 82 Envar N.)
Yine Münazarat’ta geçen ve Tarihçe-i Hayat’a da giren bu parça sıdkın ne kadar da vazgeçilmez olduğunu ifade ediyor:
“Sual: "Herşeyden evvel bize lazım olan nedir?"
Cevap: Doğruluk.
Sual : "Daha?"
Cevap: Yalan söylememek.
Sual: "Sonra?"
Cevap: Sıdk, sadakat, ihlas, sebat, tesanüddür.
Sual: "Neden?"
Cevap: Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kafi değil midir ki, hayatımızın bekası îmanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.”
İnsanın fıtratında yalana yalan deme eğilimi vardır. Fıtrat kendisi yalan söylemediği gibi, yalanı da kabul etmez ve “bu yalandır” deme ihtiyacındadır. Yani yalanın yalan olduğunu ilan etmek ister. İslamiyet’in esası sıdk olduğuna göre Müslümanın önceliği de doğruluktan ayrılmamaktır. “Müslümanım, İslamiyet cihetiyle manen memurum ve sadakatle mükellefim” (İçtimai Reçeteler s.180 Zehra Y.) İfadesi ile Bediüzzaman, Müslüman olması hasebi ile sadakate mükellef olduğunu ilan ediyor. Demek Müslüman için sadakat, doğrulukgüzel ahlakın bir vesilesi olmaktan öte bir sorumluluktur.
Halis bir Müslümanın, doğruluktan ayrılmamak için canını feda etmesi buna ne güzel bir şahittir. Mahkemede sorgulanan Binbaşı Asım Bey, doğru dese Üstadına zarar gelecek, yalan demekse izzetine münafi olduğu bir anda “ya Rabb! Canımı al” diye dua ederek on dakika içinde ruhunu teslim etmesi ile “istikamet şehidi”ünvanına layık olmuş. İslamiyetin esası olan doğruluktan ayrılmamak uğruna canını feda etmiş. Öyle ise kendisine “sadakat şehidi” de dense yeri değil mi?
Sadakat denince akla geliveren bir başka şahsiyet de elbette Sıddık Süleyman Efendidir. Bediüzzaman’a sekiz sene sadakatla ve adeta onun ihtiyaçlarını söylemeden anında hissetmek hassasiyeti ile hizmet etmiş. Bediüzzaman onun yüksek ahlakından övgüyle bahsetmiştir.
Sadakat, kalb huzurunun ve şahs-ı maneviden ziyade hisse almanın da şartıdır. Bir Nur Talebesi ne derece sadık ise o derece huzurlu ve o nisbetteşahs-ı maneviden hissedardır. Risale-i Nur’a sadık olmak ise hiç şüphesiz, Kur’ana ve peygambere sadık olmaktır. Zira Risale-i Nur Kur’andan bir mucizevî lem’a ve içinde Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam ile buluşulan bir menzildir.
Hulusi Ağabey, Üstada yazdığı mektupta Risaleler ile meşgul olduğu anları tavsif ederken belki talebelere de Risaleler içinde açık olan ve muhtaç herkesin gidebileceği bir yol göstermektedir: “Nurların karşısına, dolayısıyla Kur'ân'ın mucizeleri mecmuasına ve aziz, muhterem Üstadımın medresesine ve ol Seyyidü'l-Kevneyn Peygamberimiz Efendimiz (a.s.m.) Hazretlerinin ravza-i saadetlerine ve nihayet Rabbü'l-Âlemîn Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin huzur-u lâmekânîsine çıkıyorum.” (Barla Lahikası 35)
Evet, Risale-i Nur’un kendisi dahî sadıktır. Allah’a, peygambere ve Kur’an’a sadık. Takipçisine, Allah’ın tarifçileri olan Kur’an ve kainat kitabını okumayı öğretir ve onu Peygamber ile bağlar ve kendi vicdanı ile tanıştırır. Kendini tanımak ile, eserden müessire giderek yaratıcısını nasıl bulabileceğini gösterir.
Elbette her ulvî ve güzel şey gibi sadık olmanın ve sadık kalabilmenin de bedeli vardır. Bediüzzaman, hapis musibeti karşısında sarsılmayan talebeleri “yakıcı çorbadan ağzı yandığı halde talebeliği bırakmayan” olarak nitelemiş ve sadece meleklerin değil gelecek nesillerin onları alkışlayacaklarını demiştir. Evetbiz o zamana nispeten bir gelecek nesil olarak onları ayakta alkışlıyoruz ve minnetle anıyoruz. Onlar sadakatin şartlarını tam yerine getirmiş ve hislerini, canlarını, mallarını neleri varsa hep bu yolda feda ederek âlî himmet sıddık olduklarını göstermişler.
Sadakatini devam ettirmek, sadakat ile bağlanmaktan daha zordur, zira sadık kalmaya devam etmek için neleri feda etmeniz gerekeceğini önceden kestiremezsiniz. Hazreti Hasan ve Hüseyin efendilerimizin yaşadıkları bunu ne güzel gösteriyor. Allah onlardan razı olsun. Öyle hassas zamanda öyle büyük sadakat gösterdiler ki kıyamete kadar tüm müminler onları minnetle anacaklar. Bütün seyyitlerinİslamafırti taraftarlık ve sadakatlerinin ma’kesi değiller mi?yani; onların ayinesinde görünen sadakat, tüm Seyyitlercemaaati ayinesinde görünen sadakattir.
Bir insanın sadık olabilmesi ve sadık kalabilmesi evvela kendi fıtratına, kendi yaratılışına sadık olmak ile olabilir. Yoksa asla körü körüne bağlanmak ya da doğru sandığını, yanlışlığı ortaya çıkınca da takip etmeye devam etmek tehlikesi vardır. Eğer kendi vicdanına, kalbine aklına sadık ise, onların doğru rehberliğinde kime ve neye sadık olacağını ve ne pahasına olursa olsun sadakatinden dönmemesi gerektiğine hür iradesi ile karar verir. “iman bir tekliftir, akla kapı açar, ihtiyarı elden almaz.” (Şualar)
Bu zaman şahıs zamanı değil cemaat zamanı olduğundan sadakat de şahsa değil şahs-ı maneviye’dir. Bediüzzaman defaatle, kendisine değil Risale-i Nur’a intisabın gerekliliğini dile getirmiş ve kendisine fazla hüsn-ü zanda bulunanları da uyarmıştır. “Haddinden fazla fevkalade hüsn-ü zan ve müfritane âli makam vermek yerine, fevkalade sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lazımdır. Onda terakki etmeliyiz” (Kastamonu Lahikası s.89 Envar N.)
Risale-i Nur dairesine sadakatle girmek, günümüzde pek çok insanı perişan eden bir hastalıktan korunmanın da yegane yolu olarak görünüyor. “Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisatsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden berekatın kalkmasıyla ve fakr u zarûret, maîşet ziyadeleşmesiyle, o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu fanî hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki; edna bir hacat-ı hayatiyeyi, büyük bir mesele-i dîniyeye tercih ettiriyor. Bu acîb asrın bu acîb hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyanın tiryakmisal ilaçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metîn, sarsılmaz, sebatkar, halis, sadık fedakar şakirtleri mukavemet edebilir. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanetle ve ciddî ihlas ve tam îtimadla ile ona yapışmak lazım ki; o acîb hastalığın tesirinden kurtulsun.” (Kastamonu Lahikası 105)
Biraz da sadakatin önündeki engellere bakalım. Sadık olmamak doğruluktan ve doğru olandan ayrılmak demek olduğuna göre insanı aldatan heva, his, vehim gibi doğruyu algılamak önündeki engeller, sadakatin de engelidir. Yine Hücumat-ı Sitte risalesindeki şeytanın altı hücum kapısı olan enaniyet, tama, milliyetçilik, tenperverlik ve vazifeperverlik, hubb-u cahve korku da sadakatin düşmanları. Esasen islamiyetin esası sıdk olduğundan İslamiyetin ve imanın düşmanı olan ne varsa sadakatinde düşmanıdır diyebiliriz. Bu konu Yirmidokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmında detaylı işlenmiş. Şimdilik ayrıntısına girmeyeceğiz fakat bu risalenin sıkça okunmasının ayrı bir ehemmiyeti vardır. Zira insan içine düştüğü bir hali fark etmesi, her taraftan kendini kuşatmış bir düşmanı görmesi kolay değildir.
“Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.” (Hutbe-i Şâmiye)