Mübarek gün cumanın sabahında Kastamonu’ya doğru yola çıktık. Sempozyuma katılmanın, yeni simalarla tanışmanın, aşina simalarla bir daha muhabbet etmenin, en mühim olanı da tefekkür deryasından kana kana içmenin heyecanı sarmıştı hepimizi.
Dağlardaki karlar henüz erimemişti. Başı ve bakışı dik dağların azametinin altında beyaz bayrak açmışçasına kalp ve ruhları sürura sevk eden bir letafet vardı. Ilgaz dağının yolları sarp ve de dönemeçli. İnsana tatlı bir korku ve heyecan veriyor. Bizlere hoşamedi eder gibi dizilmiş koyu yeşil çamların arasından süzüle süzüle dağı bir tırmandık bir de indik.
Cuma namazına çok şükür yetiştik. Nasrullah camii bakımda olduğu için iç kısmı kapalı sadece son cemaat kısmında namaz kılınabiliyor. Bu tarihi şehirde o kadar çok cami var ki hangisinde namaz kılacağını şaşırıyor insan. Atabey camiinde karar kıldık ve bayram edası ile Cuma namazımızı eda ettik. Kuzeykent’te bulunan Kastamonu Üniversitesi yerleşim alanına yani sempozyumun yapılacağı salona vardık.
Bizden önce gelenlerin ve organizasyonda çalışan kardeşlerimizin sıcak tebessümleri karşıladı bizi. Ne kadar da rahat anlatıyorum değil mi? Bizim Kastamonu’ya gidiş sebebimiz, Bediüzzaman’ın sürgün şartlarında yaşadığı zorlukları ve Isparta’daki talebelerine mektuplarında yazmış olduğu sosyal, siyasi ve uhrevi konuları müzakere etmek, bilgi alışverişinde bulunmak ve feyizlenmek. Müzakere ettik, feyizlendik çok şükür.
Bediüzzaman’ın Nisan 1936’da Kastamonu’ya gelişi gibi aynı tarihlerde sempozyumun yapılması güzel bir karar, ahsen bir tevafuk. Biz çok şükür serbestiz. Bediüzzaman ise, son derece ciddi ve belki de asık suratlı görevlilerin kontrolü altında, hareket kabiliyeti olmayan son derece zor şartlar altında serbestliğin kokusunu bile alamıyordu. Kader işte. Çok kıymetli şeylerin husule gelmesi zor şartları icab ettiriyor. İleride dünyayı aydınlatacak manevi hizmetlerin doğum sancıları çekiliyordu.
Dünya, o vakitlerde Batı medeniyetinin düşünce keşmekeşliği içinde inkâr çukurlarına düşüyordu. Ardından kominizm ve sosyalizm fırtınaları kopartılıyordu. Bediüzzaman buna elbette seyirci kalamazdı ve cihadı çok çetindi. Engin şefkati ona şu sözleri söyletecekti:
"Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!"
İmanlar, dar düşüncelerin ve dar görüşlerin sığlığında boğulmak isteniyordu. Bediüzzaman iman dedi, ihlas dedi, kardeşlik dedi, sadakat dedi, fedakârlık dedi, kanaatkârlık dedi, sabır dedi, İslam’ın yıkılmak istenen yüce ahlakını yeniden ihya eyledi. Etrafındaki manevi cihad ve hizmet adına pervane olan talebelerinden kopartılmak ve çil yavrusu gibi dağıtılmak isteniyordu. O Kastamonu’dan Isparta’ya yazdığı mektuplarla çelik gibi sarsılmaz iman, ihlas ve sadakat sahibi, birbirinde fâni olan, mütesanit ve fedakâr, müstesna insanlar yetiştirdi. Böylelikle bu şahsı manevinin biri bin yapan bereketi ile bütün cihana meydan okudu. Zalimlerin ve gizli komitelerin küfür ve inkâra dayalı çürük fikirlerini, ilmi ve akli delillerle paramparça etti.
Batı medeniyetinin dayandığı temel felsefe çöktü çökmesine ama onların divaneliğinin ceremesini hâlâ Müslümanlar çekmektedir. Böyle bir muzafferiyet rehaveti getirmemeli idi. Daha çok uyanıklığı ve daha çok gayreti netice vermeli idi. Ne yazık ki rehavete düştüğümüz gibi, tesirinden de kurtulamadık. Bediüzzaman’ın yazdığı reçeteyi her vakit okuduğumuz halde zahirinden bâtınına inemedik. Bir türlü özündeki manasına vukufiyeti elde edemedik. İnsanın bildiği, yaşadığı kadardır. Hayata geçiremediği ilim faydasız ilimdir. Hatta vebali de var. Sevgili Rasulullah “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” buyurmuştur. Bir de; "İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu, ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar." (Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ 2:415; Gazâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn 3:414.) hadisini hatırlayalım. Dehşet almamak mümkün müdür? Beyinlerimiz amele dönüşemeyen muzahrafat hükmünde bizi felakete sürükleyecek bilgi ile dolu.
Bediüzzaman, bizleri helak olmaktan kurtaracak güzel esasları yaşayarak tavsiye etmiştir. Kendisi acıların ve sıkıntıların katmerlisine sabretmiş, talebelerine de öyle tavsiye etmiştir. Hakeza; ihlas, ibadet, kanaat, iktisat, sadakat, uhuvvet, şefkat, metanet gibi esaslar da kendi hayatında en kâmil manada parlayan hasletlerdir. Kadere imanla ve teslimiyetle kederden emin bir şekilde yaşamış, dünya patlasa umurunda olmamıştır. İkinci Dünya Savaşına karşı zerre kadar alaka duymayışı bunun gayet güzel göstergesidir. Orada tarafgirlik gibi sosyal bir hastalığın doğurduğu vahim neticelere ve veballere işaret ettiği gibi, savaşta ölen masumlara da şefkatini esirgememiştir. Gözleri fâni dünyanın sıkıntı ve haksızlıklarından çevirterek, ebedî hayatın mükâfatı ve safası bol, nimeti gani cennet bahçelerine yöneltmiştir.
O sıkıntılı günleri aştık çok şükür. O vakitler Üstadın karşısında olan devlet erkânı ve ehl-i ilim bugün Allah yolunda cihad edenlerin yanında duruyorlar ve şahs-ı maneviye destek veriyorlar. İşbölümü ve uhrevi amellere iştirakin nurani neticelerinden feyizleniyorlar. Bu imkânları ve fırsatları göz önünde bulundurarak daha fazla hizmet etme gayretinde olmak mecburiyetindeyiz. Kastamonu Lahikası Sempozyumu bu gayretin güzel bir neticesidir. Böylelikle ihlasla çalışan ve büyük gayretler sarf ederek fedakârlıklarda bulunan kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, ilim adamlarımızı ve devlet erkânını tekrar görmek nasib oldu. Allah onların hepsinden razı olsun.