(Taha Çağlaroğlu'nun Kastamonu Lahikası Sempozyumu tebliği)
SOSYOLOJİK ORTAM
1937-1943 yılları, Türkiye ve dünya için son derece kritik yıllardır. “İkinci Paylaşım Savaşı” diye de anılan İkinci Dünya Savaşı 1939- 1945 yılları arasındadır. İnsanlığın en büyük savaşı denilen bu savaşta 45 milyon civarında insan hayatını kaybetmiştir. Bediüzzaman’ın Kastamonu hayatının hemen tamamı, İkinci Dünya Savaşı ile kuşatılmıştır.
Âkif’in ‘tek dişi kalmış canavar’ olarak nitelediği ‘mim’siz medeniyet, ikinci kez müflisliğini kanıtlamıştır. Dünyada genel anlamda bunalım, sıkıntı, umutsuzluk egemen olmuştu. Bu yıllarda, Türkiye’deki sosyolojik atmosferde ve örgün/ yaygın eğitim ortamında, materyalizm lehinde kuvvetli bir rüzgâr esiyordu. Türkçe ezan, Kur’an’la ve İslam medeniyetiyle bağların zayıflatılması, din yerine milliyet dayatması, Köy Enstitüleri, din lehinde hizmete koşanlara uygulanan baskılar, ülkeyi bir yerlerden bir yerlere getirmişti.
1939’da köy okullarının üçüncü sınıfları için hazırlanan Üçüncü Yıl Kitabı’nda yer alan “Suyu Dua Bulmaz, Fen Bulur” adlı hikâye, resmî ideolojinin dine bakışını tam anlamıyla yansıtır:
“Deşdemir köyü, ulu bir dağın dibine yaslanmış, yeşil bir yuvaydı. Bayırlar çam, meşe, ardıç ağaçlarıyla süslüydü. (...) Deşdemir’in suyu da azaldı, azaldı...
Aradan on yıl geçmişti. Artık Deşdemir’de oturmak, zindanda yaşamakla beraberdi. Eski zümrüt ağaçların yerinde keleş kayalar, akarsuların yataklarında boz çakıllar görülüyordu. (...) Birçok yerlere kuyular kazdılar; hiçbirisinden bir damla su çıkmadı. Kırk kurban keserek kırk gün duaya çıktılar; hiç fayda vermedi. Köyün üstündeki türbeyi onarttılar, yetmiş defa okunmuş paçavralar bağladılar, hesapsız mumlar yaktılar... Gökten bir damla düşmedi. Yerden bir damla çıkmadı. (...) Bu sırada ova tarafından bir toz belirdi. Az sonra iri bir kamyon geldi. (...) Kamyondan bir sürü aletler, borular indirdiler. İki gün içinde köy alanına üçayaklı demir bir seren diktiler. (...) On beş gün sonra demir borudan ayna gibi sular çay oldu, aktı. Köyde kırk gün kırk gece şenlik oldu. Suyun başına güzel bir pınar yapıldı. Üzerine de (Suyu dua bulmaz, fen bulur) sözleri yazıldı.” (1)
28 Aralık 1938 tarihinde Millî Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel’in özel olarak ilgilendiği Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek amacıyla 17 Nisan 1940 tarihli bir kanunla açılmış okullardır. Dönemin başbakanı İsmet İnönü'nün himayesinde 1940’tan itibaren 21 bölgede köy enstitüsü açılmıştır.
Köy Enstitülerinden biri de Kastamonu Gölköy’de açılmıştır. Köy Enstitülerinde iyi niyetli birtakım çalışmalar yapıldıysa da dönemin din karşıtı devlet politikası dolayısıyla buralarda maneviyat aleyhtarı bir eğitim verilmişti.
Mustafa Sungur da Gölköy Enstitüsü’nde öğrenim görmüş bir kişidir. Mustafa Sungur, bir temyiz lâyihasında bazı öğretmenlerin o enstitüdeki dinsizlik faaliyetinden söz etmektedir:
“Ben şahidim ki: Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsü’nde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti. Hâşâ, Hazret-i Kur’ân’ı Hazret-i Peygamber’in yazdığını ve İslâmiyetin artık mülga olunacağını, medeniyetin ilerlediğini, bu asırda Kur’ân’a ittibâ etmek büyük bir hata ve gerilik olduğunu, hattâ bir gün bir muallimin yaptığı gibi, İslâmlar namaz kıldıkları ve ahireti düşündükleri için daima muzdarip bir hâlde, ömürleri elem içinde geçtiğini ve İslâm camilerinde daima bir ölgünlük havası estiğini, Hıristiyanların kiliselerinde ise daima neşe ve canlı hayat bulunduğunu ve Hıristiyanlar çalgı ve saire gibi eğlencelerle hayatın tadını alıp ömürlerini neşe içinde geçirdiklerini söylüyorlar, kalblerimizdeki iman ve İslâmiyet bağlarını koparmaya ve onun yerinde inkâr ve küfür yerleştirmeye çalışıyorlardı. Mustafa Sungur” (2)
1944 Haziran’ında ilkokulu bitiren Sezai Karakoç, ortaokulu yatılı okumak üzere Maraş’a gelir. Hatıralarının Maraş bölümünde çok ilginç bir hatırasını nakleder. 12 Şubat Maraş’ın kurtuluşu dolayısıyla düzenlenen müsamereye Kâzım Karabekir Paşa da gelir. Halkevi salonunda Paşa, kahvesini içerken salonun kapısından bir adam girerek Karabekir Paşa’nın yanına gelir ve Paşa’ya köy enstitüleri hakkında bazı şikâyetlerde bulunur. Kâzım Karabekir Paşa, adamı dikkatle dinledikten sonra kendisine bu tür şikâyetlerin çok yapıldığını, bu durumu İsmet Paşa’ya da aktardığını, enstitülerde komünizm propagandası yapıldığını söyler. Sezai Karakoç, bu sözleri Karabekir Paşa’dan bizzat duymuştur. (3)
1943 Maarif Şurası’nda konuşan dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, ‘ümmet düşünüşünün hâkim olması’ dolayısıyla dilimize giren İslamî kavramları eleştiriyordu. (4)
SICAK TAKİP/ SON DAKİKA
İşte böyle bir dünya ortamında, radyoların savaşın sıcak haberlerini ânında iletmeye çalışan ortamda başka bir sıcak takip vardır. Bediüzzaman, hep ‘son dakika’ ile ‘sıcak takip’tedir. Kastamonu’da polis kontrolü altındaki bu münzevi zat, paylaşım savaşının son dakikası ile, zalimlerin satranç oyunları ile değil, hayatın son dakikası ile, hüsn-ü hatime ile, hem de yüksek gerilim hâlinde meşguldür. Talebeleri veya Risaleler ile irtibat eden kimselerle yakın bir iletişim içindedir. Bu iletişimin bence en çarpıcı, en etkileyici sahnesi, Hafız Ali ile Bediüzzaman arasındaki şu olaydır ki, Bediüzzaman’dan dinleyelim: (5)
“Hafız Ali kardeşim. Bir zaman Barla’da Cuma gecesinde dua ederken, senin ‘Amin’ sesini iki defa sarihan işittim. Arkama baktım, dedim: ‘Hafız Ali ne vakit gelmiş?” dediler: ‘O burada yoktur.’ Ben şimdi o vakıadan diyebilirim ki, üç dört saat mesafeden duama âmin’ini işittirmesi, otuz günlük mesafeden buradaki zayıf davet ve duama kuvvetli ve tesirli bir âmin hükmünde olan yazıların imdadıma yetişmesi çok mânidar bir tevafuktur.” (KL, Mektup 23) Evet, bu acaip hadise, iki kalp arasındaki muhteşem iletişimin sembolüdür. Gerçekten de “Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekân mâni olmaz; manevi radyo hükmünde biri şarkta, biri garpta, biri dünyada, biri berzahta olsa da rabıta-i Kur’aniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.” (KL, Mektup 1)
Üstad’ın duasına üç dört saatlik mesafeden ‘amin’ demesi, elbette Hafız Ali’nin de derecesini göstermektedir.
Bediüzzaman, Kastamonu’da talebelerine içten ifadelerle mektuplar gönderir. Aşağıdaki ifade, nitelik ve hitaplar, bunlardan bir kısmıdır:
“…ihlaslı ve kuvvetli ve şanlı arkadaşlarım” (KL, Mektup 1); “…şefkat madenleri hanımlar) (KL, Mektup 57); “ … Sav köyünün bahadır çobanları…” (Mektup 57); “…sizin gibi canımdan ziyade sevdiğim kardeşlerim…” (KL, Mektup 62); “Hem unutulmayan, her vakit yanımda bulunan kardeşlerim, Risale-i Nur’a sizin gibi pek ciddi sahip ve muhafız ve vâris ve hakikatbin ve kıymetşinas zatlar…” (KL, Mektup 1); “… Dağ Kumandanı Çoban Veli” (KL, Mektup 76); “Sabri’nin, elmas ve çelik gibi metanetini ve isabet-i fikri…” (KL, Mektup 90); “Faal, cidden çalışkan, Risale-i Nur ve medrese-i Nuriye talebelerinden Marangoz Ahmed…” (KL, Mektup 86); “Ey Risale-i Nur’un kıymettar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim” (KL, Mektup 51)
Bediüzzaman, ‘Paylaşım Savaşı’nda hangi zalimin hangi hamleyi yaptığını değil, talebelerinin, arkadaşlarının durumunu sorar. Örnekler: “Hapishanede, Risale-i Nur’un son kâtibi kahraman Şefik acaba sağ mıdır? Nerededir? Merak ediyorum.” (KL, Mektup 82); “Hem tevkif altında kimse var mı?” (KL, Mektup 87); “Hüsrev, Refet, Rüşdü’nün vaziyetlerini de merak ediyorum. Ve bilhassa Hüsrev ne haldedir? Ve Nur fabrikasının sahibi Hafız Ali rahat mıdır?” (KL, Mektup 63)
“Risale-i Nur’un ehemmiyetli küçük bir talebesinin küçücük mektubundaki güzel yazı” (KL, Mektup 83) Bediüzzaman’ı sevindirir. O, öğrencilerini yazılarında ve hatırından çıkmayan hidematında günde müteaddit defalar (KL, Mektup 1) görür. Sabri Bey’i hastalığı konusunda uyarır; “hastalığına ehemmiyet” vermemesini (KL, Mektup 3) ister. Refet Bey’e hitaben “Senin gibi hem kıymettar, tesirli diliyle ve kuvvetli, letafetli kalemiyle Risaletü’n-Nur’a çok ehemmiyetli hizmet edenler her vakit hatırımda manevi muhataplarım ve hayalen yanımda hazır arkadaşlarımdırlar.” (KL, Mektup 2) der.
Bediüzzaman öyle bir ruh hâli içindedir ki talebelerine “Ben sizleri düşündükçe, ruhum inşirah ve kalbim ferahlarla dolar. Daha dünyadan gitmek benim için medâr-ı teessüf olamaz. Sizler kaldıkça ben yaşıyorum diye, mevte, dostane bakıyorum, ecelimi telâşsız bekliyorum.” (KL, Mektup 15) diye yazar. Has talebeler içine girsinler diye ‘hanımların ve o çobanların hususi isimlerini’ bilmek ister. (KL, Mektup 57) Müstesna hattıyla beraber ihlâsı, irtibatı, alâkadarlığı, ciddiyeti, sadakati dahi mükemmel olan Hasan Âtıf’ı, ‘yirmi mektup yerinde, (…) canlı bir mektup olarak’ (KL, Mektup 83) gönderir.
Kastamonu Lahikası’nda dikkat çekici ayrıntılardan biri de Lemaat’taki romanvâri nazar ve edebiyat konusuyla ilgili kısmın buraya konulmasıdır. 106. Mektup ile 107. Mektup arasına giren Lemaat pasajının bir başka önemli ifadesi ‘her asrın derece-i fehmi, edebî rütbesi’ sözüdür.
10. Söz’ün yazıldığı 1926 yılının ortamını 8. Şua’da ‘dumanlı karanlıklar’ olarak nitelendiren Bediüzzaman ‘…dinin ve Kur’ân’ın zararına olarak ilerleyen dehşetli tasavvuratın tecavüzatı’ndan söz ederken elbette ki bir plan ve suikastten söz etmektedir. Türkiye’de ve zemin yüzünde yerleştirilmeye çalışılan bir zihniyeti “…Asâ-yı Mûsâ gibi, dalâletin ve şirkin sihirlerini iptal eden Risale-i Nur…” ve “…dalâletlerin bütün mânevî sihirlerini iptal edebilen bir mahiyette…” (6) ifadelerinde işaret ettiği üzere ‘dalâlet ve şirkin manevi sihirleri’ olarak belirtiyor, bu da ‘romanvâri nazar’ kavramlaştırmasına tam tamına denk düşmektedir. Adı konser, maç, şiir, roman, öykü, dizi film, kumar, içki, uyuşturucu, oyun vb. ne olursa olsun manevi sihir içeren her türlü etkinlik, düşünce veya eylem, bir deccaliyet harekâtı olan romanvâri nazarı inşa etmektedir.
Bediüzzaman, her dönemin edebî rütbesi, anlayışı, edebî eserlerdeki dil ve anlatım konusuna böylece dikkat çeker. Bediüzzaman’ın Kastamonu hayatı sırasında özellikle 1940 Kuşağı denilen Garipçiler revaçtadır. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’tan oluşan bu topluluk, materyalist bir çizgiyi tercih etmiştir. Sürrealizm ve Dadaizm etkilerinin görüldüğü bu akım, Freud rüzgârlarının estiği bir atmosferden besleniyordu.
Fransızca bir kelime olan 'roman', Latince 'romance'den türemiştir. Batı edebiyatının ürünü olan roman Rönesans, Reform hareketleri, Aydınlanma Felsefesi'nin sonucunda inşa edilen pozitivist, materyalist, akılcı, seküler bir anlayışın egemen olduğu bir dünya görüşüne yaslanarak ortaya çıktı. Romanın 1789 Fransız İhtilâli'nden sonra burjuva sınıfı ile feodal sınıfın mücadelesi sonucunda burjuvaların üstün gelmesiyle oluşan atmosferde doğduğu kabul edilir. 19. Yüzyılda yaygınlaşan pozitivist ve materyalist dünya görüşü temeline dayanan klasik roman; romantik, realist ve natüralist roman olarak çeşitlenmiştir. (7)
Bediüzzaman, ‘romanvâri nazar’ ifadesini 1921’de kullandığına göre, daha çok klasik romanı esas alan bir kavramlaştırmaya başvurmuştur. Ancak günümüz dünyasının içinde bulunduğu hâli düşünürsek ‘romanvâri nazar’ tanımını sanki bugünleri görüp de yapmıştır.
Tiyatro sözcüğü Grekçe Theatron'dan gelmektedir (İtalyanca teatro). İlk başta 'temsil verilen yer', sonraları 'temsil edilen yer', 'dramatik eser', 'dram, komedi, vodvil vb. edebiyat türlerinin oynandığı yer' anlamlarında kullanılmıştır. Tragedyanın, komedyanın doğuş yerleri eski Yunanistan olarak bilinir. Grek tragedyalarında 'tanrıların, tanrıçaların, kralların, kraliçelerin' arasındaki ilişkilerin anlatıldığını biliyoruz. Tiyatronun kaynağının yabancı olması, Necip Fazıl'ın vicdan ürperişleriyle dolu Siyah Pelerinli Adam'ı veya "İnsanlar zulmeder; kader adalet eder." hakikatini terennüm eden Reis Bey'i, Nuri Pakdil'in, insanı fıtratın özüne çağıran tiyatroları (Korku, Umut, Put Yapımevleri) yazmasına engel olamamıştır. Ancak burada düşünülmesi gereken önemli bir konu, İslâmi hükümler çerçevesinde tiyatroların sahnelenmesi sorunudur.
Lemaat’taki metin dışında, konuyla ilgili bir başka pasaj, yine Risale-i Nur Külliyatı’nın Sözler adlı kitabında (25. Söz’de) geçmektedir. (25. Söz, 1927’de, Barla’da yazılmıştır.) Bu pasajda Bediüzzaman, Kur’an’ın, sanemperestliği ve onun bir nevi taklidi olan suretperestliği yasakladığını vurguladıktan sonra şunları söyler: “Edeb ve belâgat, tesir-i üslup itibâriyle ya hüzün verir, ya neşe verir. Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakdü’l-ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâletâlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firâkü’l-ahbabdan gelir. Yani ahbab var; firâkında müştâkàne bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidâyetedâ, nurefşân Kur’ân’ın verdiği hüzündür. Ammâ neşe ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesâtına teşvik eder; o da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maâliyâta, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latîf ve edebli mâsumâne bir teşviktir ki; o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i Cemâlullâha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın verdiği neşedir.” (8)
‘Romanvâri nazar’ ifadesini sadece Lemaat’ta kullanan Bediüzzaman, Mektubat’ta şu soruyu sorar: “Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakikî teselli, tiyatroda mıdır?” (9)
Risale-i Nur’un mühim erkânlarından biri, Adapazarı zelzelesi gününde ‘zelzeleden birkaç saat evvel, umumi ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırılçıplak olarak âlâyişle çarşı ve pazarda gezdirilmesinden (KL, Mektup 162), söz eder. Oyun başlarken zelzele başlar ve bina hâk ile yeksan olur. Bu olay, Cumhuriyet yıllarının özellikle ilk 25 yılında sanatın nasıl da din karşıtı bir söylemle donatıldığının bir belgesidir.
Romanvâri nazar, esas itibariyle materyalist, tabiatperest, Allah’ı tanımayan, ahirete inanmayan, ahireti düşünmeyen, nefsin isteklerine boyun eğmeyi özgürlük addeden bir zihniyeti temsil etmektedir. Ehl-i dalâletin vekili “Ben, saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyât-ı medeniyeti ve kemâl-i san’atı, kendimce, âhireti düşünmemekte ve Allah’ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için, insanın ekserîsini bu yola şeytanın himmetiyle sevk ettim ve ediyorum.” demektedir. (10)
Özelikle 17. Lema’nın Beşinci Notası, romanvâri nazarla ilgili metnin bir açılımıdır. Bu notada Bediüzzaman, Avrupa’yı ikiye ayırır. Bunlardan birisinin hakiki İsevîlikten aldığı feyizle insanlığın sosyal hayatına yararlı sanatları, adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri/bilimleri izleyen Avrupa olduğunu söyler. İkinci Avrupa felsefe-i tabiiyyenin karanlığıyla medeniyetin kötülük ve günahlarını iyilik, güzellik sanarak insanlığı sefahete ve dalâlete yönelten ikinci Avrupa’dır. Bu bozulmuş Avrupa; mâlâyâni ve muzır felsefeyi, muzır ve sefih medeniyeti elinde tutmaktadır. Sağ elinde sakîm ve dalâletli bir felsefe, sol elinde sefih ve muzır bir medeniyet vardır. Mutluluğu bunlarla sağlayacağını söyleyen, küfür ve küfrân dağıtıp yayan, aldatıcı bir süs ve servetle donanan bu bedbaht ruh, ruhunda, vicdanında, aklında, kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azâba düşmüş insanları elbette mutlu edemeyecektir.
Bediüzzaman, talebelerine ve irtibatlı olduğu herkese hüsn-i hatime bağlamında ‘son dakika haberleri’ ile seslenmekte ve onları uyarmaktadır.
Bazen teselli eder; celal- cemal dengesini vurgular: “…emn ve ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca muvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” (KL, Mektup 3) İnşirah Suresi’nin “Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” ayetini ‘her musibetzedeye ve hüzün ve kederlere düşenlere, mana-yı işârîsiyle mededres ve halaskâr ve şifa ve medar-ı sürur’ diye niteler. (KL, Mektup 66)
Bazen “ehl-i dalâlet tarafından aşılanan” manevi hastalıklara (KL, Mektup 12) işaret eder. Bazen de ‘terakki fikri’nden kaynaklanan ‘manevi taun’ dan (KL, Mektup 12) bahseder.
An gelir; İhtiyarlar Risalesi’ni yazarken ‘Lâilâheillallah’ kelimesini yazarken hüsn-ü hâtimenin hâtemiyle sahife-i hayatını mühürleyen Hatip Mehmet adındaki ciddi bir ihtiyar talebeyi anar ve bunu Risale-i Nur talebelerinin imanla kabre gireceklerine dair işari beşaret-i Kur’aniye (KL, Mektup 17) addeder. Bir mektubunda ‘hüsn-ü niyet’in kimyasına ve onun şişeleri elmasa çevirdiğine, toprağı altın yaptığına (KL, Mektup 34) dikkat çeker. Ders arkadaşlarına ‘fevkalade sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas’ı önerir. (KL, Mektup 51)
Zaman gelir; ‘küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar’ın maddî ve manevi pek çok zararlarına değinir. Onları “Ya aklını dağıtır, manevi bir divane olur; ya kalbini dağıtır, manevi bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, manevi bir ecnebî olur.” (KL, Mektup 30) ifadesiyle uyarır. Ahiret arzusunu ve dinî görevlerin uhrevî meyvelerini dünya hayatına bir dirsek, bir basamak yapmanın tehlikesine de işaret eder. (KL, Mektup 68)
Bediüzzaman, dünyadaki boğuşma ve sıkıntıların, açlık ve yoksulluğun manevi sebeplerini ve hikmetlerini düşünür, nazara verir. Şu musibetin en önemli sebebinin, ‘küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i ilâhiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan’ (KL, Mektup 90) olduğunu söyler. “Âdil-i Hakim, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalade derecesini göstermekle, hakikî şükre sevk etmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.” (KL, Mektup 90) der.
Öğrencilerinin mektupları, Bediüzzaman için büyük önem taşır. Bediüzzaman’a göre; ‘Hafız Ali’nin mektupları, çok ince ve çok yüksek hissiyatını ve kerametkârâne ihlasının derecelerini’ (KL, Mektup 76) göstermektedir. ‘Tahirî’nin (…) kıymettar kalemiyle Cennet taamları gibi çok tatlı ve huri libası gibi çok güzel yazıları’ (KL, Mektup 76) önemlidir. Bir ‘mektubun ahirinde, mazi ve müstakbel ve semavat ehlini dahi mesrur eden masumların ve mübarek ümmî ihtiyarların hediye-i masumâneleri beyanındaki fıkrası’ gayet güzel’dir. (KL, Mektup 76)
Bediüzzaman’ın, Dünya Savaşı hakkında yaptığı yorumlar da hep manevi sebepleri ve hikmeti arar. İnsanların, özellikle Müslümanların bu helâketleri ve hasaretlerinin ne vakitten başlayıp ne vakte kadar devam edeceğini düşünürken ‘Asr’ suresi, imdadına yetişir. Hürriyet inkılâbıyla başlayan tebeddül-ü saltanat, Balkan ve İtalyan harpleri, Birinci Harb-i Umumî mağlubiyetleri ve dehşetli muahedeleri, şeair-i İslamiyenin sarsılmaları, bu memleketin zelzeleleri ve yangınları, İkinci Harb-i Umumînin zemin yüzündeki fırtınaları gibi, semavi ve arzî musibetlerin sebebini; küfür ve küfran, şükürsüzlük, yani imansızlık, fısk ve sefahetle izah eder. Kurtuluşu ise iman ve âmâl-i salihada bulur. İslam âleminin bu asrın en büyük hasâreti olan dehşetli İkinci Harb-i Umumîden kurtulmasının sebebi, ona göre Kur’an’dan gelen iman ve âmâl-i saliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. (KL, Karadağ’ın Bir Meyvesi)
Ehl-i imanı zekâta davet eden Bediüzzaman, haramla helalin çok karıştığı şu zamanda ‘nefsini güzel yemeklerle şımartan, serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara sevk edip sarhoş eden gençler’i sırat-ı müstakime çağırır. (KL, Mektup 90)
Savaşın hemen hemen herkesi ziyadesiyle meşgul ettiği ortamda Bediüzzaman için bir talebesinin kalemi ve kalbi büyük önem taşır.
“Hem bu Hüsrev’in kalemi gibi fikri, kalbi de o nisbette harika diyebiliriz. Risale-i Nur’a karşı irtibatı ve iştiyakı ve kanaati gittikçe terakki ve inkişaf ediyor. Hiçbir hâdise onu sarsmıyor, fütur vermiyor.” der bir mektubunda. (KL, Mektup 67) Her şeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp her şeyde kemal-i hikmetini, cemâl-i adaletini müşahede etmenin huzurundan söz eder. (KL, Mektup 78)
İnsanlığın ‘yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazının, bu asırda israf, iktisatsızlık, kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle’ o damarın yaralandığına dikkat çeken Bediüzzaman ehl-i dalâletin, nazar-ı dikkati şu hayata şiddetle celp ettiğini vurgular. (KL, Mektup 64)
Reşit Galip’in ‘Türk’ün Âmentüsü’ dediği ‘Andımız’ mekteplerde yıllarca okutulur. (11)
Resimli Ay 1924-1928 ve 1928-1930 yılları arasında iki ayrı dönemde yayın hayatını sürdürür. Derginin ilk döneminde Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel, Yakup Kadri Mehmet Rauf, Reşat Nuri, İbn-ül Refik, Ahmet Nuri, Yusuf Ziya, Hakkı Sûha, Ercüment Ekrem, Hıfzı Tevfik, Sadri Ertem, Selim Sırrı, Mahmut Yesari, gibi isimler göze çarpar. İkinci dönemde ise Nazım Hikmet, Sabahaddin Ali, Vâlâ Nureddin, Suat Derviş imzalar da vardır.
“O zamanın her çeşit medya organı, dinî inançlara ve kurumlara hücum etmek ve onları alay konusu yapmak için kullanılıyordu. Mesela Resimli Ay Mecmuası adlı aylık derginin 1927 yılı Nisan sayısında, biyolojik materyalizmin meşhur savunucusu ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Batılılaşma konusundaki fikirleri oldukça etkili olan Abdullah Cevdet ve Abdülhak Hâmit gibi isimlerin de dâhil olduğu simalarla yapılan mülakatlar yer almıştı. Bu mülakata katılanlar ‘Ahirete inanıyor musunuz?’ başlıklı bir anketin sorularına cevap veriyorlardı. (…) Abdullah Cevdet, Allah’a imanın ‘büyük bir safdillik’ olduğunu ve bu inancın ‘insanı nâkabil-i tedavi bir mantıksızlığa sevk’ ettiğini söylemek suretiyle ahiret hayatını açıkça inkâr etmişti.” (12) Bediüzzaman’ın, Barla’da 1926’da Haşir Risalesi’ni yazması, rastlantı olmasa gerek
Maarif Vekâleti’nin 1934 tarihli ‘Orta Mektep İçin Tarih III’ adlı ders kitabının 279. sayfasında “Cumhuriyetin Maarif ve Terbiye Gayeleri’ başlığı altındaki 4. maddede ‘Cemiyetin hayatında, dünya veya ahret cezaları korkusundan doğan ahlâk yerine ‘hürriyet’ ve ‘nizam’ın birbiriyle uyuşması esasına dayanan hakiki ahlâk ve fazileti hâkim kılmak” ifadesi yer almaktadır. (13)
1925 İstanbul doğumlu olan Ayşe Hümeyra Ökten, ilkokul hatıralarını anlatırken “Mektepte büyüğe hürmet, saygı anlatılır, öğretilirdi ama din dersi yoktu.” der; ayrıca jimnastik dersinin mecburi olduğunu, bu derste şort giyildiğini fakat kendisinin kuşpalazı dolayısıyla raporu olduğundan bu derslere katılmadığını belirtir. (14)
“Birden Arapça, din dersleri ortadan kalktı. O ihtiyar dedeler, nineler bir kenara atıldı. Bir gece içinde sıfır oldular. Üstelik çocuğu, torunu mektepte sürekli onların aleyhinde telkin alır, dindarlar ‘softa, yobaz’ diye anlatılırdı. Camilere imamı ölünce yeni imam tayin edilmediğinden kapanırdı. Tekkeler yasaklanınca kimse gitmedi, orası boş kaldı, metrûk oldu. Bu sefer yanındaki evlerde oturanlar oraya ya ot doldurup atını bağladı ya da fukara ise girdi oturdu.”
“Babam bir keresinde Beyazıt Meydanı’nda Şemsettin Günaltay’a rastlamış. (1923- 1950 yılları arasında Sivas, 1950-1954 yılları arasında Erzincan milletvekilliği yapan Şemsettin Günaltay, 1949’da Hasan Saka’nın istifası üzerine 18. T.C. Hükûmeti’ni kurmuş ve Demokrat Parti iktidarına kadar da Başbakanlık görevini sürdürmüştür. Günaltay, 1961 yılında İstanbul Senatörü seçildi, ancak aynı yıl vefat etti.)1940’lı senelerdi. O sıralar mebustu, babamın medreseden de ahbabıymış. Babama ‘Hoca gel, mason ol, seni üniversiteye alalım, liselerde, orta mekteplerde sürünme. Şimdi üniversitede Arapça dersi var ama müsteşrikler okutuyor.’ demiş. Babam, mason olmayacağı için reddetmiş.”
“İstanbul’da Erkek Lisesi’nin Matematik hocası çok meşhurdu; ona Mantık Lütfi derlerdi. Hanımı Mediha Hanım da bizim bölümün yar. Direktörüydü, karnelerimizi, notlarımızı yazardı. Benim iftihar listemi de o yazmıştı. Neyse yıllar sonra ben Kızılay doktoru olarak hacca gittim, döndüm. Mediha Hanım bize misafir gelmiş, babam, annem oturup konuşuyorlar, bir ara babam sevinçle ‘Kızım hacca gideyim diye dua etmiş, onun için hac nasip oldu.’ demiş. Ben hastaneden eve gelince Mediha Hanım; ‘Hümeyra, insan hiç hacca gideceğim diye dua eder mi, nereden aklına geldi; gezeyim, tozayım, altınım, gümüşüm olsun, bir de flörtüm olsun diye dua etseydin ya!’ demişti de babamın yanında ne kadar çok utanmıştım.”
“Ama o zamanlar çok zordu, hemen hemen her derste, Tarih, Türkçe vs. softalar, yobazlar, hocalar bizi geri bıraktı diye okurduk.” (15)
Ayşe Hümeyra Ökten, Nevin Meriç’in “Fakültede, lisede sizin gibi giyinen, düşünen arkadaşlarınız var mıydı?” sorusuna şöyle cevap verir: “Yoktu tabii. O zaman Müslüman gözükmek ayıptı. Hiç böyle şeyler konuşulmazdı. Hocalarla, kapalılarla, ibadet edenlerle dalga geçilirdi. Benim öyle arkadaşlarım vardı ki dindar gözükmeyi ikinci sınıf insan olarak kabul ederlerdi. Hâlbuki imanları var, hatta belki gizli gizli namaz da kılar ama ‘Allah’ demez, ‘Tanrı’ derlerdi. (…)” (16)
1938’de Varlık dergisinde çıkan şu cümleler, dönemin zihniyetini yansıtması açısından mânidardır: “Türkiye’de Türk milliyetçiliğinden, Kemalizm ideolojisinden başka politik akça geçemez ve geçmemelidir.” (17)
Kastamonu Lâhikası’ndaki 100. Mektup’ta isim verilmeden Doktor Duzi’den (Reinhart Pieter Anne Dozy: 1820-1883) ve Abdullah Cevdet’ten (1869-1932) bahsedilir. Doktor Dozy’nin ‘Essai sur l'Histoire de l’Islamisme’ adıyla yazdığı, Abdullah Cevdet tarafından 1908 yılında Türkçe’ye “Tarih-i İslamiyet” adıyla tercüme edilen eseri, İslam’a hakaret ve iftiralarla doludur. 15-17 Şubat 1910 tarihlerinde toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla bu eserin yayın ve satışı durdurulmuştur. (18) Bediüzzaman, isim vermeden ‘bu İslâm ismi altındaki zındık’ (KL, Mektup 100) dediği Abdullah Cevdet gibilerin şerri konusunda uyarıda bulunur.
Hasan Atıf’a hitaben söylenen “…mektubun içindeki edibâne, gayet ince hissiyatın ve sana mahsus lâtif tabiratın hoşuma gitti.” (KL, Mektup 160), ifadesi, Bediüzzaman’ın mektuplardaki edebî yöne de dikkat ettiğinin göstergesidir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
1937-1943 yılları, Türkiye ve dünya için son derece kritik yıllardır. “İkinci Paylaşım Savaşı” diye de anılan İkinci Dünya Savaşı 1939- 1945 yılları arasındadır.
İşte böyle bir dünya ortamında, radyoların savaşın sıcak haberlerini ânında iletmeye çalışan ortamda başka bir sıcak takip vardır. Bediüzzaman, hep ‘son dakika’ ile ‘sıcak takip’tedir.
Kastamonu’da polis kontrolü altındaki Bediüzzaman, paylaşım savaşının son dakikası ile, zalimlerin satranç oyunları ile değil, hayatın son dakikası ile, hüsn-ü hatime ile, hem de yüksek gerilim hâlinde meşguldür.
Bu yıllarda, Türkiye’deki sosyolojik atmosferde ve örgün/ yaygın eğitim ortamında, materyalizm lehinde kuvvetli bir rüzgâr esiyordu.
Bediüzzaman’ın, Dünya Savaşı hakkında yaptığı yorumlar da hep manevi sebepleri ve hikmeti arar.
Kastamonu Lahikası’nda dikkat çekici ayrıntılardan biri de Lemaat’taki romanvâri nazar ve edebiyat konusuyla ilgili kısmın buraya konulmasıdır. 106. Mektup ile 107. Mektup arasına giren Lemaat pasajının bir başka önemli ifadesi ‘her asrın derece-i fehmi, edebî rütbesi’ sözüdür.
Adı konser, maç, şiir, roman, öykü, dizi film, kumar, içki, uyuşturucu, oyun vb. ne olursa olsun manevi sihir içeren her türlü etkinlik, düşünce veya eylem, bir deccaliyet harekâtı olan romanvâri nazarı inşa etmektedir.
Bediüzzaman, her dönemin edebî rütbesi, anlayışı, edebî eserlerdeki dil ve anlatım konusuna böylece dikkat çeker.
Bediüzzaman’ın Kastamonu hayatı sırasında özellikle 1940 Kuşağı denilen Garipçiler revaçtadır. Sürrealizm ve Dadaizm etkilerinin görüldüğü bu akım, Freud rüzgârlarının estiği bir atmosferden besleniyordu.
KAYNAKÇA
Üçüncü Yıl Kitabı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Millî Eğitim Basımevi, 1939, İstanbul, Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun 9/IX/1939 günlü ve 109 sayılı kararıyla köy okullarının üçüncü sınıfları için ders kitabı olarak kabul edilmiş...tir.)
Nursî, Bediüzzaman Said, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Diriliş, Hatıralar, 6 Şubat 1989, Yıl: 30, Dönem: 7, Sayı: 29.
Hasan Âli Yücel, 1943, Maarif Şurası Açış Nutukları’ndan
Yeni Asya Neşriyat’ın Kastamonu Lahikası’ndan alıntılanan metinler, mektup numaralarıyla ve KL kısaltmasıyla verilmiştir.
Nursî, Bediüzzaman Said, Şualar, 8. Şua
Nurullah Çetin, Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara, 2003
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 25. Söz
Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, 29. Mektup
Nursî, Bediüzzaman Said, 32. Söz.
Ülkü, M. Fethi, Reşit Galip, Cumhuriyet Dönemi Eğitimcileri, Editörler: Cırıtlı, Hüsnü, Sorguç, Bahir, UNESCO Türkiye Millî Komisyonu Yayınları, Ankara, 1987.
Mary F. Weld, Bediüzzaman Said Nursî, Entelektüel Biyografisi, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2006, 1. Baskı)
Orta Mektep İçin Tarih III, Maarif Vekâleti, 1934 Devlet Matbaası, İstanbul, 1934.
Meriç, Nevin, Dindar Bir Doktor Hanım, Ayşe Hümeyra Ökten, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.
Meriç, Nevin, Dindar Bir Doktor Hanım, Ayşe Hümeyra Ökten, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.
Meriç, Nevin, Dindar Bir Doktor Hanım, Ayşe Hümeyra Ökten, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.
Doğay, Şakir, Varlık, nr. 111, 15 Şubat 1938, s. 111; Kaplan, Mehmet vd., Atatürk Devri Fikir Hayatı, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1992, Ankara, 2. Baskı)
Yavuz, Hilmi, Dozy, 'İslam Tarihi' ve Abdullah Cevdet (1), 1 Kasım 2006.