Katip Çelebi İmam Bediüzzaman’ı haber verdi mi?

Ramazan BALCI

-İthaf-
Ali Ateş’e
Dostluğunu anlatacak bir cümle kuramadım aziz kardeşim!
 
İslam tarihinin en önemli problemlerinden biri fen bilimleri ile dînî ilimlerin arasını bulmak olduğu ehl-i aklın yanında gizli değildir. Bu problem farklı şekillerde ifade edilse de öz itibariyle değişmemiştir. Mektep – medrese ihtilafı, medrese – tekke  ihtilafı, din ilimleri - fen ilimleri ihtilafı gibi çeşitli başlıklar altında takdim edilen konular hep aynı meselenin yansımalarıdır.

Bu meseleyi günümüzde İmam Bediüzzaman çözmüş görünmektedir. Ancak onun getirdiği metodu anlayıp tatbik sahasına koyacak alimler, henüz meseleye el atmamıştır. Yazının ilerleyen bölümlerinde bu konuya tekrar dönülecektir.

Bu yazıda bahse konu problemden yüreği yanan Katip Çelebi’nin Mizan’ül Hak fî İhtiyari’l Ehak kitabının ön sözünde -adeta- İmam Nursi’ye yaptığı çarpıcı işarete yer verilecek daha sonra Osmanlı medreselerindeki zihniyet değişimi üzerinde durulacaktır.

Katip Çelebi eşyanın hakikatını öğrenme konusunda şunları söyler:
Bismillahirrahmanirrahim
Sadr-ı İslam’da sahabe-i kiram, Hz. Peygamber aleyhisselamdan alıp rivayet ettikleri kitap ve sünnete sarılıp, İslamî kuralları sağlam bir şekilde yerleştirmeden başka ilimlerle uğraşmayı caiz görmediler. Hatta Hz. Ömer Mısır ve İskenderiye’nin fethinde Yunan kitaplarından binlerce cilt yaktırdı. Öyle olmasa halk Allah’ın kitabı ve Resulün sünnetini  muhafaza hizmetinden geri kalırlar, o kitaplarla meşgul olurlardı. İslam ilimleri bu kadar sağlam bir şekilde yerleşmiş olmazdı. İlk safta bulunanlar bu hizmeti gördüler. İkinci ve üçüncü asırda tabiin ve müçtehit imamlar şeriatın delillerinden ilahî hükümleri çıkarıp, rivayetleri sınıflandırıp temel bilimler ve yardımcı bilimleri kaidesi üzere yazdılar. İslamî ilimler tasnif edilip hiçbir eksiklik kalmadan muhafaza altına alındı.

Daha sonra Ehli İslam’ın büyükleri gördüler ki selefin ileri sürdüğü sakıncalar ortadan kalktı. “Ehli İslam için eşyanın hakikatlerinden bahseden ilimleri bilmek önemlidir” düşüncesiyle Emevi ve Abbasiler asırlarında önceki ümmetlerin ilim kitaplarını tercüme ettiler. Güzel yaratılış ve istikametli akıl sahipleri her asırda onları okuyup öğrenmekten geri kalmadılar. Yazı ve incelemelerinde hikmet ile şeriat arasını birleştiren muhakkik âlimlerin eserleri her asırda meşhur olup itibar gördüler.

Böylece İslâm coğrafyasında aklî bilimlerle şer'î bilimleri metodolojik bir bütünlük içinde birleştiren ve özgün bir sentez ortaya koyan İmam Gazzâlî (ö. 505/1111), İmam Fahr-ı Râzî (ö. 606/1210), Allâme Adudu'd-dîn Îcî (ö.736/1355) ve ona tabi olanlarla, Kadı Beydâvî (ö. 691/1291), Allame Şirâzî (ö. 1030/1640), Kutbuddin Râzî (ö. 816/1364), Allâme Sa'duddin Taftazânî (ö. 792/1389), Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 816/1413) ve bunlara tabi olanlardan Allâme Celal Devvânî (ö. 908/1502) ve talebeleri gibi yalnız bir fenle yetinmeyen inceleme ve araştırma usulünü kullanan büyük bilginler yetişti.

Lakin nice boş kafalı kimseler ilk dönemdeki maslahat için konulan yasakları gördüler "katı bir taş gibi sert bir taklîtçilik hali içinde donup kaldılar.” Meselenin aslını düşünüp taşınmadan aklî / felsefî ilimleri red ve inkar yoluna gittiler. Felsefe ilimleri diye kötülemeye başladılar. Yeri göğü bilmez cahil iken âlim geçinenlerin "Yer ve göklerin melekûtuna bakmadılar mı?” (A'raf suresi, 185) tehdidi kulaklarına girmeyip arz ve semaya bakmayı yere göğe sığır gibi bakmak zannettiler.

Osmanlı devletinin ilk devrinde cennet mekân Sultan Süleyman Han zamanına gelene kadar hikmet ile şeriat ilimlerini birlikte öğrenen âlimler şöhret kazanmıştı. Sultan Fatih Semaniye medreselerini yaptırdığında “kanun üzre ders verile” diye Haşiye-i tecrit, Şer-i Mevakıf derslerinin okunmasını  vakfiyesine kaydettirmişti. Sonra gelenler ‘bu dersler felsefiyattır’ diye kaldırdılar. Hidaye ve Ekmel derslerini okumayı aklın gereği gördüler. Oysa yalnızca bunlarla yetinmek akla uygun değildi. Sonuçta ne felsefe ne Hidaye ve Ekmel kaldı.

Bu yüzden Rum diyarında ilim çarşısına kıtlık geldi. İlim ehli sönmeye yüz tuttu. Kenarda kalmış bazı Kürt diyarlarında yer yer kanun üzre hikmet ve şeriatı beraber okuyan ve daha ilme yeni başlayan talebeleri İstanbul’a gelip büyük tafra satar oldu
Onları görüp asrımızda bazı kabiliyetler hikmete talip oldular. Ben de medreselerde ders müzarekesinde istidat sahibi talebeyi Sokrat’ın Eflatunu teşvik ettiği gibi “eşyanın hakikatini ders veren ilimleri” tahsile teşvik ettim.
(Mizan’ül Hak fî İhtiyari’l Ehak, s. 6 – 9)

İLİMLERİN SINIFLANDIRILMASI (1)

İslam alimleri ilimleri kendi arasında tasnif etmeyi ve kendileri açısından en faydalı gördükleri ilimlere insanları teşvik etmeyi bir görev bilmiştir. Çok sayıda tasnif arasından bence ilginç olanlardan biri Taşköprülüzade’nin yaptığı tasniftir. "Cibril hadîsi" diye bilinen meşhur hadisi esas almış, Cebrail (as)‘ın “İman nedir?” sorusundan usûlid-din'e  kelâm ilmine “İslam nedir?” sorusunun fıkıh ilimlerine, “ihsan nedir?” sorusundan ise tasavvuf ilmine işaret olduğunu çıkarmıştır. (2)

III. Murad devri alimlerinden Nevî Efendi’nin yaptığı sınıflama da orijinaldir. Ona göre, önemli olan bir ilmin anlaşılmasının kolay, faydasının büyük olmasıdır. Bu anlamda bilginin özü, Allah'ın zâtının bilinmesi, ilimlerin dayanağı ise Allah'ın sıfatlarıyla ilgili olan ilimdir. Bütün ilimlerin gayesi Allah’ın bilinmesidir. Bu bilgiyi elde etmenin  yolu ise "güzel eserlerden hareketle onların yaratıcısına ulaşmaktan geçer” (âsâr-ı bedî'adan Müessir-i Kadîm'e istidlâl hasebiyle.)"

Nev'î Efendi, bu gayeye ulaşmak için gerekli olan ilimleri târîh, hikmet (tabâyî) ve hey'et ilimleri olarak saymıştır. Târîh ilmi, âleme ibret sunan, insanoğlunun basiretini anlatan, onu tecrübeli kılan dolayısıyla tedbir almayı öğreten bir ilimdir. İlm-i hikmetin konusu harici varlıklardır insanlığın ulaştığı kemâlâtın neticesi ve Allah'ı tanımanın vesilesidir. İnsan, hey'et ilmi vasıtasıyla göklerde bulunan cisimleri tefekkür ederek bu mükemmel yapıyı öğrenir ve bunların bir yaratıcısının olduğunu düşünür ve böylece Allah'a ulaşır ki zaten ilmin amacı da budur. (3)

İmam Gazali kelâm ilmini ilimlerin aslı, diğer ilimleri onun fer'i kabul etmiştir. Asıl problemin ilimlerin tasnifi ile başladığını ileri süren yorumlar da vardır. Zira ilimler dînî olan olmayan diye ikiye ayrılınca zamanla dîne ait sayılmayan ilimler terk edilmiştir.

MEDRESELERDE ZİHNİYET DEĞİŞİMİ

Osmanlı kuruluş dönemi ilim anlayışı, Orhan Bey zamanında 1337'de inşa ettirilen devletin ilk medresesi İznik Medresesi'ne müderris tayin edilen Davud-ı Kayserî ile başlayıp Molla Fenarî ile yerleşen "kelâmî- irfânî" çizgidir. Davud-ı Kayserî (ö. 751/1350), Tokat / Niksar'daki Nizâmiye Medresesi'nde İbn Sartak'tan matematik-astronomi tahsil etmiş ve böylece Merağa Okulu'nun birikimini tevarüs etmiştir. Kayserî bu birikimi İznik Medresesi'ne naklederek klasik ilim geleneği ile henüz başlangıç aşamasındaki Osmanlı ilim hayatı arasında sürekliliği sağlayan kimse olmuştur. Onun en önemli başarısı irfânî söylemi medrese diliyle yeniden inşa etmesidir. Böylece medrese ile tasavvuf arasında dil düzeyinde mutabakat sağlanarak onların inşa ettiği zeminin verdiği imkandan hareket eden Osmanlı ulemâsı burhân, beyân ve irfân geleneklerini kendilerinde cem ederek üç boyutlu bir bilgiye ulaşmışlardır. (4)

Bu güzel gelenek maalesef -yukarıda Katip Çelebi’nin işaret ettiği şekilde- çok uzun ömürlü olamamıştır.
Tarihçiler, Osmanlı müesseseleri ve devlet nizamında XVI. asrın ikinci yarısından itibaren debdebe ve ihtişamın içinde bir bozulmanın başladığı konusunda müttefiktirler.
Daha XVI. yy. ortalarında yazılan Âsafnâme'de (1541-1563) Lütfi Paşa, ulemaya çok az yer vermekte ve ilimde özün kaybedildiğini açıklaması düşündürücüdür.  "Müderrisîn ve ulemâ ve kuzât tâifesi ekserisi birbirine haset üzredir, anların birbirinin hakkında söylediklerine inanmayıp reîs-i ulama olanlar ile müşavere ve taharri edüp menâsıb-ı ulemâda gayet yoklamak gerektir" der.

Medreselerde tayin terfi sisteminin bozulması resmî ülemanın ortaya çıkmasına ve gerçek ilim sahiplerinin sahneden çekilmesine yol açmıştır. İlk defa III. Murad, şehzadelerinin hocalarını ödüllendirmek için tarihçi Sadeddin Efendi'nin büyük oğlu Mehmed Efendi’yi  daha 27 yaşında iken Mekke ve İstanbul kadısı tayin etmiş, ardından Anadolu Kazaskeri yapmıştı. Zamanla bu tayinlerin emsali çoğaldı. Hakiki âlimlere hakimlik kapıları kapanmış ve bu mevkiler şeyhülislâm, kazasker ve padişah hocalarının oğullarına verilir olmuştu. (5)

Esas maksat makam kapmak haline gelince padişaha yakın olma yarışına giren medrese ve tekke mensupları birbirleri ile kavga eder hale geldi. Kâtip Çelebi’nin yaşadığı yıllara gelince din adamları ikiye ayrılmış, hiçbir dinî, ilmî ve pratik değeri bulunmayan konular etrafında  kıyasıya bir kavgaya tutuşmuşlardı. Bu guruplardan birinin başında "Halvetiye" tarikatına mensup Sivâsî Efendi, diğerinin başında ise Birgivi'nin yolunu takip eden Kadızâde bulunuyordu. Kavga bir medrese-tekke, müderris-şeyh ve molla-derviş boğuşması halini almıştı.  (6)

İki kavmin arasına azîm buğz ve adâvet düştü. Ekser şeyhler iki fırka olup birer tarafı tuttular. İçlerinde âkil olan "bu ma'nâ taasuptan nâşî bir kuru kavgadır. Ümmet-i Muhammed ve din karındaşlarıyız. Ne Sivâsî'den berâtımız ve ne Kadızâde'den hüccetimiz var. Onlar, iki fâzıl şeyhler idi. Birbirlerine muhâlefet ile iştihâr bulup padişaha kendilerin tanıtmış oldular. Bu bahaneyle maslahat görüp dünyâdan kâm aldılar. Bundan bize zarardan gayrı nesne hâsıl olmaz" deyu karışmadılar. Ammâ hamâkat erbâbu ısrâr idup iki taraftan onlar gibi iştihâr ümidiyle dahi bazı da'vâlara yapıştılar.”  (7)

Devletin kurumları birleşik kaplar gibidir. Birindeki bozulma hemen diğerine de sirayet eder. Medrese’de başlayan bozulmayı cephelerden mağlup dönen asker tamamlar. Devlet-i Aliye içine düştüğü girdaptan bir daha kurtulamaz. Dünya durduğu yerde kalmıyor dönüyordu. 1789 Fransız inkılabı tüm dünyada önemli gelişmelere yol açtı.  Avrupa’da kilise ile bilim arasında süren savaşı kesin olarak  bilim kazanmış, bilimin “yeni dini” Darvinizm kısa süre içerisinde ırkçılığı doğurmuştu.

Aynı dönemde Osmanlı  ordusunun sınırlarda üst üste aldığı yenilgiler klasik inançları sarsacak, bütün çözümler batıda aranacaktı. Üstelik kilisenin yerine İslamiyet konularak Avrupa yanlış okunacak, aynı şekilde saltanatla özdeşleştirilen hilafet saldırıların hedefi haline gelecekti. Bu gelişmeler karşısında Osmanlı yönetiminin elinde sadece sansür vardı. Sultan Abdülhamid medreselerin yerini alacak olan modern mektepleri açtığında Avrupa’dan yayılan habis ruhun bu okulları kısa zamanda zehirlediğini hayretle görecekti. Çünki hangi tedbir alınırsa alınsın, nesiller hızlı bir şekilde dini terk ediyordu. Toplumdaki bu hızlı değişimden ürken çevreler, II. Meşrutiyet sonrası yeniden medreselere dönme ve medreselerde din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulmasına yönelik projeler geliştirdiler. Bugünkü imam-hatiplerin temeli sayılan Medresetü'l-Vaizîn ve Medresetü'l-Eimme-ve'l-Hüteba bu düşüncelerle açıldı.

BEDİÜZZAMAN, KATİP ÇELEBİ’NİN MÜJDESİ OLDU

O günlerde Katip Çelebi’nin müjdelediği ya da yakındığı olay bir daha gerçekleşti. Tarihçe’deki ifade ile “Şarkın yalçın dağlarından bir nur zuhur etmişti…”

İmam Bediüzzaman’ın anlatılabilecek bir çok yönü var elbette. Ama -bana göre- bu dönem için Üstad’ın en dikkat çekici yönü emsalsiz iman ve cesaretiydi. Herkesi büyüleyen felsefenin ve bilimsel gelişmelerin  karşısında nasıl olmuştu da her şeye meydan okuyan bir iman elde etmişti. Yoksa Katip Çelebi’nin bahsettiği “usulü üzre okunan” ilim yolu zayıfta olsa kesilmemiş miydi. Bunu ilahî ihsanlar ile izah etmek mümkün ama bu meselenin sebepler aleminde bir karşılığı  olmalı.

Katip Çelebi sadece Kürd bölgelerinden İstanbul’a gelen alimlerden bahsetmiyordu. Günümüzde Üstad ile özdeşleşen bir cümlenin de ilk sahibiydi:  “Bir kanatla menzil alınmaz. Ma’kulat ve meşru’at cenaheyn mesabesindedir”. (Bir kanatla yol alınmaz. Fen ilimleri ile Şeriat ilimleri iki kanat gibidir. S. 140 )

Üstad “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder” sözleriyle Katip Çelebi’nin unutulmuş emanetini yeni bir formatta güncellemişti. Ancak bu sözün içini farklı bir şekilde doldurdu. Bu noktada her nedense yaygın bir yanlış anlama ortaya çıktı. Üstad, herkesin tekrar ettiği fen bilimleri ile dini ilimler beraber okutulsun demiyordu.

Fünun-ı cedideyi, ulûm-ı medaris ile mezc ve derc” etmekten söz ediyordu. Bunu yapabilmek için öncelikle kainatı doğru bir şekilde anlamak gerekiyordu. İmam Nursî, Allah’ın (cc) kainat üzerindeki tasarruf şeklini doğru bir bakış açısı ile çözmüş, orijinal bir varlık felsefesi ortaya koymuştu. Maddi alemî, esma ve sıfatın bir tecellisi sayan –kendi tefekkür silsilesi içinde bunu ispat eden- bir bakış açısı ile, ilimler yeniden yazılmalı ve anlatılmalıydı. Varlık aleminin umumen tabi olduğu büyük küllî nizamdan ta en küçük bir zerrenin tabi olduğu en basit kurallara kadar her şey Allah’ın ilim, irade, kudret ve hikmetinin bir tefsiriydi ve 99 esmadan birinin eseriydi. Öyleyse bilimde faili meçhul bir cümle kurulamazdı.

Bu bakış açısını “Ve alleme Âdem’el- esmâe küllühüm” ayetinin tefsirinde şu ifadelerle ortaya koydu. “Şu âyet-i acibe,  insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havarik-ı sun'iyeyi "talim-i esma" ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latif bir remz-i ulvî var ki: Herbir kemalin,  herbir ilmin,  herbir terakkiyatın,  herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat,  bir ism-i İlahîye dayanıyor.

“Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya,  Cenab-ı Hakk'ın (Celle Celalühü) "İsm-i Hakîm"inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada,  menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar”.  (8)

İmam Bediüzzaman bu yaklaşımı ile çağının çok ilerisinde bilgi toplumunun meseleleri ile uğraşmış, din ile ilim arasında varsayılan problemleri bir asır önce köklü olarak çözüme kavuşturmuştu.
Ancak Risale-i Nurların bilimde İslam rönesansı sayılan bu özelliği üzerinde çok az insan durdu. Prof. M. Kemal Öke bir tebliğinde bu konuya dikkat çekmişti: “Aslında bana öyle geliyor ki Risale-i Nur litaratürü, bugün Müslümanların krizi olmaktan çıkmış insan oğlunun –Batı tarafından da kabul edilen- ortak buhranı haline gelmiş moderniteyi, bilgi teorisi ile aşma sürecinde tefekkür edildiğinde Bediüzzaman’ın yarının içtihadı, daha doğrusu bilgi toplumunun epistemolojik temelleri ile uğraştığı görülecektir. Mesele onun yazdıklarını bizim deşifre edip, İslam biliminin yeniden inşasında kullanabilecek aklî ve sezgisel kıvama varabilmemizdedir.
Bediüzzaman İslamî paradigmanın oluşturulmasında ve bu çerçevenin sosyal bilimlere yansımasında bugün göz nuru döken nice Müslüman bilim adamının araştırdığı veya takıldığı noktaları adeta görmüş gibi, çözümlerini Risale-i Nur’da sergilemiştir”.  (9)

Bu konuya işin ehli bilim adamları el atmalı “bilimsel bir disiplin içinde kainatı esma tecellisi sayan bir bakış açısı ile” ilimler üzerindeki ilahî tasarrufu göstere göstere fen bilimleri yeniden yazılmalıdır. Bu yapılabildikten sonra Risale-i Nur’un bilimlere bakan tecdid görevi ancak tamamlanmış olur.

Bad-ı saba zülf-i yare dokunursa en azından cefa olur. Ne varki bu cemaat üzerinde bir emanettir. Mehdiyet tartışmalarından daha önemli olduğu ortada değil mi?

DİPNOTLAR:
1-Bu bahsi yazarken ayrıca sevinçliyim, Emrullah Bulut’un “Kâtip Çelebi'nin Düşüncesinde Aklî İlimlerin Yeri ve Önemi” adıyla hazırladığı Yüksek Lisans tezi elime geçti. Yüksek lisans seviyesinde bu derece güzel bir çalışma yaptığı için kendisini tebrik ederim İlk beş dipnotun bilgilerini kendisinden aldım. ( Marmara Ünv.   İlahiyat Ana Bilim, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul – 2006)
2-Taşköprizâde, Miftâhu's-sa'âde ve misbâhu's-siyâde fî mevzû'âti'l-'ulûm, c. I, neş. K. Kâmil Bekrî, Kâhire, 1968, s.. 7.
3-Nev'î Efendi  (ö. 1007/1598) Netâyicü'l-fünûn, III. Murad'a ithaf edilmiştir. On iki fen ve çeşitli ilim dalları hakkında bilgi veren ansiklopedik bir eserdir.  Fahri Unan, "XVI. Yüzyıl Ulemâsından Nev'î Efendi'ye Göre Osmanlılar'da İlim ve Âlim Anlayışı", Uluslar ArasıKuruluşunun 700. Yıl Dönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti Kongresi-Tebliğler (7-9 Nisan 1999), Konya 2000, s. 257-266.
4-İhsan Fazlıoğlu, "Osmanlı Coğrafyasında İlmî Hayatın Teşekkülü ve Davud el-Kayserî", s. 36
5-100 Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilatı, s. 241-242. 
6-Cengiz Gündoğdu, "XVII. Yüzyılda Tekke-Medrese Münâsebetleri Açısından Sivâsîler-Kadı-zâdeliler Mücadelesi", İLAM Araştırma Dergisi, c. III, sy. 1, İstanbul,, Ocak-Haziran 1998, s.37-72;  .
7-Kâtip Çelebi, Mîzânü'l-hakk, Tasvîr-i Efkâr neşri, s. 122-123
8-Bediüzzaman, Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul 1996, s. 151
9-Mim Kemal Öke, Bilgi Çağında “İslam Bilimi ve Bediüzzaman” Sempozyum, İstanbul 1996, s. 503

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.