Mardin katliamı değişik boyutları ile ele alınıyor.
Bu feci katliamın husumet kaynaklı olduğu üzerinde nerede ise mutabakat sağlanmış. Biz de öküzün altında buzağı aramayalım deyip sadede gelmelim.
Bölge töre cinayetlerine ve husumet kavgalarına öteden beri tanıktır. Fakat bu kadar kapsamlı bir husumet ve intikam, görülmüş bir şey değildir.
Töre cinayetleri geleneksel de olsa, yine de dini kaynaklardan kendisine bir me’az bulabildiği için süregelmiştir. Çünkü. Kur’an, ‘bi gayri hakkin’ (haksız yere) bir insan öldürmeyi yasaklar. Fakat ölenin ailesine de ‘kısas’ hakkı verir.(17/33) Bu, haklı öldürmeye zımnî cevazdır.
Bir hadiste, ‘haksız yere’ olmayan öldürmeler üç kategoride toplanır; cinayet işleyen, namus kirleten, zorbalıklı eden…
Bu zımni cevaz hakkını kullanacak odak da yalnızca ‘devlet’tir.
Ancak devletin şu veya bu şekilde adaletin temininde acz gösterdiği zamanlarda özellikle de şark toplumlarında, kişiler kendi başlarına ‘kısas’ yapmaya kalkışmışlardır. Onun da kendine göre bir usulü ve ‘haddi’ vardır. (Bu sözlerim bir tespittir, TASVİP değil)
Fakat Mardin’deki katliamda ne ‘had’ var ne ‘usul’ var ne ‘mütekabiliyet”!…
Öyleyse bu cinayeti farklı kategoride ele almak gerekir.
1-Eskiden bölgede medreseler ve hatırı sayılır din âlimler vardı. Bu zatların toplum nezdinde ciddi bir ağırlığı olurdu ve bir caniye bile ‘otur oturduğun yerde’ dediklerinde otururlardı. Onları geçtikten sonra de beyler ve onlara bağlı ağalar vardı. Kendi içinde bir otokontrol sağlarlardı.
Çok büyük husumetler olduğunda o zatlar devreye girer sükûnu sağlarlardı.
Elbette medeni bir toplumda ve modern bir devlette, bu tür mekanizmalara gerek yoktur. Çünkü bir devletin temel vazifesi asayişi temin etmek, adaleti tesis ederek öfkelerin birikmesine mani olmak, geliri uygun bir şekilde topluma yaymak, herkesin istidatlarını serbestçe ve kolayca gerçekleştirebileceği bir sosyal rekabet ortamı hazırlamak… tır.
Devlet bu temel vazifelerinden herhangi birini ihmal ettiği zaman, toplum hemen o vazifeyi görecek bir mekanizma devreye sokar. Bu da her zaman legal ve makul olmaz…
İşte cinayet gibi insan tabiatına en ağır gelen bir meselede, devlet, yüreklerde toplanan öfkeyi cidden boşaltacak bir mekanizma üretmemişse, sonu bu tür cinayetlere varır.
Kur’an, “Kısas’ta sizin için ‘hayat’ vardır; ey başında beyin taşıyanlar ibret alın” (2/178-179) derken, işte tam da bu tür olayları önlemek için, adam öldürenin öldürülmesini emreder.
Bugünkü Batı yaklaşımı, güya insana duyduğu saygıdan dolayı kısası ve idamı reddediyor. Türkiye de ona uyuyor. Hâlbuki şark toplumlarıyla batı toplumlarının mizaç ve yapıları tamamen farklıdır. Eskiden, o âlim ve meşayihler toplumu böyle dehşetli, feci hadiselerden bir parça alıkoyabiliyorlardı.
Cumhuriyet’le birlikte o medreseler kapatıldı, irfan ocakları söndürüldü, amiller ya sürgün edildi, ya telef edildi ya sindirilip köşelerine oturtuldu. Ağalar ve beyler ‘feodal yapı düzeni’ denilip bertaraf edildi, yerine de onların eksikliğini kapatacak bir müessese oluşturulmadı. Eğitim, imkân ve refah götürülmedi/götürülemedi.
Batı’dan alınan ve dinden tecerrüt ettirilmiş bir eğitim, mizanı bozulmuş bir adalet, bölgenin tabitanı ve geleneksel anlayışı görmezlikten gelen bir idare ile ‘zapt u rapt’ sağlanmak istendi. İşte olacak budur!
2-Bu kadar yüksek oranlı bir katliam yapılabilmesinde elbette ki silahların da payı vardır. Maalesef bunda da devletin ciddi ve büyük kabahati vardır.
Uzun zamandır bölgede adı konulmamış bir savaş devam ediyor.
Türkiye’yi idare edenler, kendilerini, ‘laik cumhuriyeti koruyup kollamakla’ görevlendirmiş ve gücünü illegal yapılanmasından alan bir takım derin ‘ağa’ ve ‘paşa’ların bölgedeki her türlü tepki ve kıpırdanmayı illa da silahla bastırma alışkanlığından kurtarıp farklı çözümler üretemedikleri için, bölge tam bir öfke gayyasına bürünmüş.
Bölge halkının, son otuz yıldır, artık tamamen psikolojileri zedelenmiş, bütün refleksleri öldürmeye odaklanmış güvenlik görevlilerinin insafına havale edilmiş olması; yaşanmakta olan gayri insani muamele ve işkencelerin, faili meçhul cinayetlerinin hiç birinin aydınlatılamaması, yüreklerde biriken öfkelerin şu veya bu şekilde boşaltılamaması bölgeyi adeta bir cehennem çukuruna dönüştürmüş.
En ufak bir eylem, büyük tahriplerin vesilesi yapılabiliyor, öfkeler ‘orantısız olarak’ dışarıya taşırılabiliyor.
Öfke ve tahrip arttıkça, bastırma psikolojisiyle, şiddet uygulanması da artıyor. Taraflar giderek itidallerini de kaybediyorlar.
Böyle bir ortamda, devlet, tutuyor bölge halkının bir kısmına, ancak bir orduda bulunması gereken ağır silahları verip, güya onunla terörü önlemeye çalışıyor.
Evet koruculardan söz ediyorum. Elbette elindeki silahı amaca uygun kullananlar olabilir ama görülüyor ki, Koruculuk da en az Hamidiye Alayları kadar bölge için bela olmuş durumdadır.
Koruculuk ta baştan itibaren yanlış bir uygulamaydı. Şimdi öyle bir noktaya gelmiş ki, devlet de çözemiyor. O zaman da kendimce Hamidiye Alaylarını hatırlatarak, bunun çözüm olmayacağını, ileride devletin, bu silahları, korucuların elinden almak için de terörle mücadele ettiği türden bir mücadele vermek zorunda kalacağını yazmıştım.
Fakat dinleyen olmadı, olmaz da. Çünkü zaten dinleyebilecek idareciler olsaydı işler bu noktaya gelmezdi gelmeyecekti.
İşte bakın Bediuzzaman, Munazarat’ta tam bir asır önce şunları söylemiş. Dinleseydik, işler bu noktaya mı gelir miydi bilmiyorum. Buyurun:
“Şimdi bakınız, hükümet bir hekim (doktor) gibidir, millet ise hasta. Farz ediniz ki ben şu çadırda oturmuş bir doktorum. Şu etrafta bulunan köylerin her birinde birbirinden ayrı hastalıklar var. Ama ben o hastalıkları teşhis etmemişim. Üstelik o hastalıklara müdahale etmemi istemeyenler de çok. Muhataplarım (yani meselelere güya çözüm arayanlar) da hep bu yalancılar ve kötü niyetliler. Şimdi ben onların söylediklerine itimat edip, teşhisi yapmadığım hastalıklara reçetesiz ilaçlar yazıp gönderirsem, hasta şifa mı bulur, ölür mü?
Elbette ki ölür. Bunu anladınız değil mi?
İşte, her köye (hastalığın ne olduğunu bilmeden) böyle ilaç göndermek de buna benzer. Görmeden, hastanın asıl derdinin ne olduğunu bilmeden, yapılacak tedavi hastalığı daha da şiddetlendirir.
Çünkü açlıktan kıvranan ve o yüzden mide ağrısı çeken bir insana hazım ilacı veremezsiniz. Siz böyle birine iane(yardım) topluyorsunuz. Bu iane onun için hazım ilacı gibidir.
Veya eşkıyalık ve kan davası gibi husumetlerle vücudu iltihaplanmış topluma, iltihabı arttıracak Hamidilik (bugün köy Kuruculuğu) icra etmek, acaba tedavi midir, yoksa ölüm meleğine davetiye midir?
İşte istibdat budur. Yaraları sarmak yerine yıllarca uzaktan gönderilen ilaçlarla sizler daha da hasta oldunuz…….
Amacı meşru bir birliktelik olan hükümetin meşrutiyet idaresini gelince… (Bu satırların Meşrutiyet döneminde kaleme alındığını unutmayalım) .
Farz edin ben bir doktorum. Şu çadır dahi eczahanedir ve ben o çadırın içindeyim. Bütün bu köylerdeki hastalıkları tesbit teşhis etmekle görevlendirilmiş bir adam, o teşhis ve reçetelerle bana geliyor. Reçetesini gösteriyor ve diyor ki:
"Bu adam cehalet hastalığına yakalanmış, başı ağrıyor". Reçeteyi de gösteriyor.
Ben de onlara fen (bilim ve teknoloji) afyonunu bir ilaç yapıp veriyorum.
Sonra bir başkasının reçetesini gösteriyor ve diyor ki, "Bu adam da bir tür kalp rahatsızlığı olan dinde zaaf hastalığına yakalanmış"
Ben de, fenleri, İslami bilimlerle terkip edip bir macun haline getiriyor ve ona bu ilacı veriyorum"
Diğer birinde düşmanlık hastalığı ve ihtilalcilik (ayrılıkçılık) sıtması var. Ben de, milliyet fikrini uyandırıp ışıklandırarak, içine adalet ve sevgi nurunu da katarak hastalığı kesin tedavi edecek bir sıtma ilacı haline getirip veriyorum.
İşte ancak böyle bir hekim, vatan evlatlarını, millet hastanesinde tedavi edebilir.
Ha şunu da belirtmeliyim; Meşru bir meşrutiyet hükümetinin bütün büyük adamları da "Hepiniz çobansınız ve idareniz altındaki insanlardan sorumlusunuz" hadisi gereği bu bilinçte olmalılar.” (Munazarat)
Buna daha ne eklemek istersiniz? Katliamı kim işlemiş? Üç beş gözü dönmüş mü, ihmalkarlıkla bu tör vahşetlere zemin hazırlayan idareciler mi?
Bakın tam bir asır önce hastalıklar ve çareleri önerilmiş. Çarenin tatbik şekli de belirtilmiş. Siz ne yapmışsınız, ‘Said Kürdi mi kaldı bize akıl verecek’ diyerek onu vatan haini, rejim düşmanı addetmiş, dinlememişsiniz.
E buyurun. İşte daha çooook böyle olaylarla karşılaşacaksınız. Dinlememeye devam(!)
Hem artık, bakın ejderha (ETÖ), savcılara kaptırdığı kuyruğunu kurtarmak ve sizleri sarmalamak için yeniden harekete geçti. Cindoruk’u iyi izleyin.
Ve tabii, husumet cinayeti gibi gösterilen Mardin katliamında takılman maskelerin gerçekte hangi yüzleri kapatmış olabileceğini de siz düşünün…
Haber 7