“Risale-i Nur’un dili kavl-i leyyindir” sözünü bir kez değil, bin kez hatırlıyorum bu günlerde. Fetö sınavının tam eşiğinde, çektiğimiz acıların beşiğinde yine yeniden okuyorum bu sözü. Musibet mektebinin dersini iyi çalışırsak, kârlı çıkarız bu ağır sınamadan.
Meallerde “tatlı dil” diye karşılık veriliyor ‘kavl-i leyyin’e. “Yumuşak söz” dendiği de oluyor. Ne var ki, bu tabirler, Mûsa ve Hârun’un [aleyhimusselam] Firavun gibi azgın bir ‘kul’ karşısındaki duruşunu açıklamaya yetmiyor. Havada kalıyor, somutlaşmıyor. (Firavun’u ‘kul’ diyorum çünkü muhatap almıştır Allah. Ve her kul firavunlaşabilir mesajıdır da bu, aynı zamanda.)
‘Kavl-i leyyin’ kavramını kavramaya devam edelim:
TâHâ Suresi'nde Mûsa[as] ve Harun'a[as] der ki Rabbimiz. Daha doğrusu, Mûsa ve Hârun'a şöyle dediğini der ki Rabbimiz. İki elçisine duyurduğunu duyurmak ister ki bize: "Varın [Firavun]a 'kavl-i leyyin'le konuşun ola ki dinler ve huşû duyar. Çünkü o pek azdı!" Bu ifadelerin özellikle ve öncelikle bize duyurulmak istenmesi, aynı durum karşısında şimdi ve burada ne yapacağımız üzerinde düşünmemiz içindir.
Mûsa ve Hârun'un endişelerini ifade etmeleri üzerine, 'Korkmayın," der Rabbimiz, "çünkü Ben sizinle beraberim; işitirim ve görürüm." Taşkınlık yapacak, isyan edecek, saldıracak bir insana konuşurken, Rabbimizin yanımızda olduğunu, işitir ve bilir olduğunu hatırlamalı demek ki.
"Siz ikiniz Rabbinizin işitmesine değer söz söylerseniz, sözünüz 'leyyîn' olur. Azgın bir kulu etkileyebilir. Sözünüz, konuştuğunuz kişinin Rabbinin işitmesine değiyorsa, Rabbi ona da işittirir. Kime ne söylerseniz söyleyin, konuştuğunuz Rabbinizdir. Kimin karşısında durursanız durun, muhatabınız Rabbinizdir. Gerçeğe elçilik ediyorsunuz diye, kendinizde ayrıcalık varsaymayın. Gerçeğin size değil, sizin gerçeğe ihtiyacınız var. Sizin sesinize nasip olduğu için, sizin nefesinizle seslendirildiği için hakikate borçlanıyorsunuz. Sözün özü, kavlinizin kıblesi Rabbinizin işitmesi olsun… Sizin Rabbiniz, muhatabınızın da Rabbidir. Ona göre konuşursanız, kavliniz leyyin olur.
Sonra bir uyarı daha gelir TâHâ’da: “Deyin ki ona: ‘Biz senin Rabbinin elçileriyiz…’” ‘Senin Rabbinin elçileri…’ Vurgunun altını biraz daha çizelim: “Bizi sana senin Rabbin gönderdi” demeye gelir bu cümle. “Bizi sana bizim Rabbimiz gönderdi” dememeleri isteniyor.
Hakikatin dili olanlar, gerçeğin sözcüsü olmakla nasiplenenler, muhatapları firavun bile olsa, ondan taraftarlık bedeli talep etmiyor, kendi adamları olmak gibi bir ücret istemiyor: “Ey Firavun, biz senin Rabbinle buluşturmak istiyoruz, hepsi bu. Seni senin Rabbinle baş başa bırakıyoruz.
Sanıyorum, cemaat olmakla örgüt olmak arasındaki fark tam da burada yatıyor. Cemaat inşa eden ana ilmek bu ‘kavl-i leyyin’; hakkı hak olduğu için anlatmak, kişiyi kendi Rabbiyle baş başa bırakmak. Örgüt ise ‘adam toplamak’ ‘sayıyı artırmak’ ‘taraftar edinmek’le örülüyor. Bu ücreti almak için de, dünyanın en değerli cevheri ‘hakikat’ satılıyor.
Başımızı iki elimizin arasına alıp düşünme vakti şimdi: Üstad’ın bize hayli abartılı gelen, geçmişte zaman zaman elimizi bağladığını bile düşündüğümüz ‘istiğna mesleği’ ne demek? Kendini bile araya koymadan, kişileri değil de, herkesin eşitçe erişebileceği, herkesin kalbine açık yazılı bir metni, Risale-i Nur’u tayin etmesi ne demek?
Başımızı yeniden iki elimizin arasına alıp kara kara düşünmemiz gereken yeni günler gelmesin diye acil ihtiyacımız bu…