“Ah yavrum, ah güzelim
Canım benim, sevdiceğim, bir tanem
Kısa sürdü bu yolculuk
Neylersin ki sonu yok
Gece leylak ve tomurcuk kokuyor
Uy anam anam
Haziranda ölmek zor...”
(Hasan Hüseyin)
Sevgili Dost,
İçimde sana anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki?... İşe nereden başlayacağımı henüz bilemiyorum. Her geçen gün içinde eriyerek tükendiğim bu şehir, beni sana daha da yaklaştırıyor. Mevsimler, aylar, günler haleti ruhiyemi etkileyen en önemli unsurlar… Her gün, ay ve mevsimin kendine has bir atmosferi olduğunu bilmem hatırlatmaya gerek var mı? Malum, sıcak bir Haziran ayında yüreğine çarpacak bu mektup. Umarım, Haziran ayının serüvenimizde özel bir anlamı olduğunu unutmamışsındır. En azından ben hala öyle düşünüyorum. Hani, “Haziranda Ölmek Zor” mısralarının yer aldığı bir şiir var ya… Her nedense, duygu ve düşüncelerimizi tam ifade edemezse de çok sevmiştik o şiiri. İşte, bu nedenledir ki; her Haziran ayı geldiğinde yüreğim ölüm kokar; bir parça Cemil Meriç, bir parça Cahit Zarifoğlu, bir parça Nazım Hikmet. Ortaokullu yıllarda onların kanatlarına sığınarak büyümüştük. Uzun bir süre Cemil Meriç ve Cahit Zarifoğlu’nun kitaplarıyla büyülendik, geliştik, boy attık. Sonunda da üniversiteye kapağı attık.
Anadolu’nun küçük bir kasabasında henüz çocukken adını duymuş ve peşine takılmıştım Cemil MERİÇ’in. İlkin “Işık Doğudan Gelir” ünlemesi çarptı beni. Ardından “Bu Ülke”’sinin içine girdim. Derken Kırkambar, Kültürden İrfana, Umrandan Uygarlığa yol haritası oldu edebiyat ve düşünce serüvenimde. Onu öyle sevmiş olmalıyım ki; derinlemesine gizemli dünyasına dalıp yeni incilerle süsledim düş bahçemi. Makaleler yazıp radyo, TV anma programlarına konuk oldum. Hem düşünce, hem de edebiyat dünyama mihmandar oldu adeta. Yazın serüvenimde üslubunun etkisini inkar edemem. Ama sağlığında kendisini göremedim.
Ancak Cahit Zarifoğlu’nu her nedense kendime daha yakın buldum. Daha samimi, daha içten ve daha dava adamı… Yüreği bütün İslam coğrafyasında sanki. Zengin hayallerin adamı… Beyaz sayfalar arasında kaybolmuyor hiçbir zaman. O, şiiriyle, öyküsüyle, deneme ve romanlarıyla kavi bir duruşa sahip nazarımda. Yazıyla iç içe geçen hayatını, yaşamıyla yüzleştiriyor. O nedenledir ki; zarif prensin yaşam izleğimizde özel bir yeri var. Seni bilmem ama ben, şimdilerde onu daha iyi anlıyor ve yaşıyorum. Bak, onun ölümü üzerinden ne kadar da çok zaman geçmiş... 7 Haziran 1987’de aramızdan ayrılmıştı şiirin zarif prensi Cahit Zarifoğlu. Aynı yılın 13 Haziran’ında Cemil Meriç’i, 1963 yılının 3 Haziran’ında ise Nazım Hikmet’i kaybetmiştik.
Sevgili Dost,
Şimdilerde Haziran ayında yaşamanın ne kadar zor olduğunu hatırlattığım için kusura bakma. Sahi sen hala her Haziran ayı geldiğinde ağlar mısın? Ya da her Haziran ayı geldiğinde geleceğe yeniden bilenir misin? Seni bilmem ama ben, hala o masum gözyaşlarını arıyorum. Yüreği ve belleği ak, o kayıp kuşağa kilitlendim gidiyorum. Dalgınlığına kah Necef çöllerine, kah Bağdat semalarına, kah Filistin mevzilerine uzanıp uzanıp eriyorum. Evet, aziz dostum gerçekten Haziran’da yaşamak daha zormuş be!...
Unutmadan: Mektubunda bana başka neler yaptığımdan bahisle, eski dostlarla görüşüp görüşmediğimi soruyorsun. Sanırım senin de içinde dipten gelen bir kaynama var. Burnunda tüten bir şeyler mi var yoksa?
Sevgili Dost,
Ne yalan söyleyeyim... Otuzundan sonra kurulan yeni dostluklardan tat almak çok zor. Çoğu zoraki ve mecburi dostluklar... Aynı heyecan ve ideali paylaşamadığın insanlarla ne kadar samimi olabilirsin ki? Bir defa ağaç şeklini almış ve artık eğilmesi zor. Fazla zorlarsan kırılır. Doğrusunu itiraf etmemi istersen; eski dostlarla muhabbette de, o tadı bulamıyorum şimdilerde. Hepimiz binmişiz bir alamete, gidiyoruz topluca kıyamete... Kimisi paranın, kimisi makamın, kimisi kendisinin esiri olmuş durumda. İşin doğrusu, eski defterleri kimse karıştırmak da istemiyor. Geçen şöyle bir tepeden baktım da, o eskimez sandığım dostluklara… Boğazımda bir yumruk peyda oldu sanki. Ne yutkunabildim, ne de dışarı çıkarabildim. Dedim ki kendi kendime; o eski dostlukları yeniden ihya edecek bir aşı var mıdır acaba? Şöyle insanımızı yeniden ayağa kaldırıp, kendi özüne döndürecek güçlü bir aşı… Bu aşı için neler feda edilmez ki? Kıymetli üstat Sezai Karakoç buna; “Diriliş aşısı” diyor. Yani insanlığı uyandıracak, yeniden diriltecek, kendine gelmesini sağlayacak o güçlü aşı... O aşı, aslında çok da uzağımızda değil. Onu muştulayan bir çok emare var. Ama gören göz, işiten kulak ve hisseden kalp lazım be üstadım.
Sevgili Dost,
Benim yitik kuşağımın uyanma vakti gelmiştir. Bu kuşağı yeniden ayağa kaldıracak o aşı için kolları sıvamak gerektiği düşüncesindeyim. Büyük umutlar var içimde tutamadığım. Unutma ki gelecek; umutla yaşamayı bilenlerindir. İstersen çok aşina olduğumuz, ancak içimize tamamen sindiremediğimiz o kutlu uyarıyı yeniden hatırlayıp bütün benliğimizle yeniden hissedelim. Ne dersin:
“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız mutlaka üstünsünüzdür.”