Bediüzaman’ın ilim ile din arasında kurduğu lahuti bağların önemli risalelerinden biri de Kayyum ismi ile ilgili Otuzuncu Lema’nın altıcı nüktesidir. Altı esma risalelerinin hepsi Eskişehir Hapishanesi’nin namüsait şartları altında kaleme alınmış insan düşüncesinin ve aklının fildişi kulesinden esmaya ve ilme bakış açılarıdır. “İsmi Azamın altı nurundan altıncı nuru olan Kayyum isminin bir cilve-i azamı Zilkade ayında aklıma göründü. Eskişehir Hapishanesi’ndeki müsaadesizliğim cihetiyle o nur-ı azamı elbette tamamiyle beyan edemeyeceğim…”
Hapishanenin olumsuz şartları bir de bunun yanında Zilkade ayı ve hasta Bediüzzaman. Bu kadar zahiren olumsuz şartların içinde Kayyum ismi gibi bir isim onun “aklına görünür.” Bediüzzaman aklın gözünü açan adamdır, ona gelinceye kadar hakikatı islamiye karşısında suskun ve yaralı, hastalanmış akıl onunla tedavi olmuştur. Haşir hakikatini anlayamayan filozoflar ve ülema-i İslam aklın bu yolda gidemeyeceğini söylemişler. Bediüzzaman Haşri bir cadde-i umumiye-i akliye, patika yoldan umumi şehir caddelerine çevirmiş, durumuna getirmiştir. Risale-i Nur aklı tatmin edici şekilde okunmamakta, gazete gibi okunup geçilmektedir. Bu o kadar huzursuzluk verici bir meseleki buna çözüm getirmek çok güç.
Bediüzzaman’ın aklı Kayyum isminin büyük bir cilvesini görmüştür, ama yine de tamamıyla beyan edemediğini ifade ediyor. Bir gün Sungur Abiye Diyarbakır’da 50 yaşını aşmış biri bir bahsi sordu. Sungur Abi “Himmet sen bunu buna anlat” dedi. Ve adama dedi ki “sen kırk yıldır bu hakikati hiç mi anlamadın?” Adam suskun ben mebhut, Sungur Abi hayrette. Bölünmeler, sadeleştirme, kavga derken cemaat kendi meselelerini yorum değerlendirme konularını değil siyasi konuların faydasız dalgaları arasında boğulup gidiyor. Elimizden tut Allah’ım. Kendi içine, işine bakan değil başkalarının işini mülahazadan yorumdan geri durmayan bir mantık.
Bediüzzaman talebelerinin siyasi ahval içinde kaybolup gitmemesi için siyasetten kaçmış ve kaçırmış, şimdi herkes siyasileşmiş. Gece televizyon kanalizasyonları karşısında bir sürü gereksiz münakaşa dinleyen, gündüz gittiği dairede bunları hazımsız hazım eksersizleri yapan, kafası hakikatlere kapalı insanlar… Olmaz böyle şey. Siyaset yasak. Bir yere gitsen bir maç başlıyor ikili bir tarafta falan eşhası mümtaze diğer tarafta falan eşhası mümtaze. Herkes bizi bir tarafa çağırıyor, bir de tarafsızlık şıkkı muhalifi iltizamdır gibi bir hakikati burada kullanmak, Bediüzzaman’ın efkarı herkese meşrulaştırma aletlerine döndü. Hey Allah’ım. Birileri bu konuları canlı tutmaktan canlı balık tutmaktan daha ziyade zevk alıyor.
Kayyum isminin başında Birinci Şua için Bediüzzaman bir hatırlatmada bulunur. “Bu risaleyi okuyan eğer mütefennin değilse Birinci Şuaı okumasın veya ahirde okusun. İkinciden başlasın.” Burada “mütefennin değilse, okumasın” diyor. Mütefennin olmak nedir, bunun izahı yapılması lazım. Kelimenin lügat anlamı bazılarını göre fen bilgini, fenni konuların bilgini demek, bir kısmına göre de birçok fende ilimde bilgili olan demek. Bediüzzaman birçok konudan haberdar karakterleri istiyor, yoksa okuduğunu anlamak için eksersizler yapmayan insanları neden mümtazlaştırsın. Bu bahiste ne var ki mütefennin olmayı gerektiriyor. Mütefennin birçok bahiste uzman kişi demek. ”Maddiyyun denilen bir kısım ehli dalalet” yani materyalistlerden bahsediyor. Materyalistler kimlerdir, onların fikirleri nelerdir, bunu bilmek mütefennin olmayı gerektirir. Zerratın tahavvülatı yine materyalistlerin bir konusu, bu konuda çok şey söylenmiş, zerrenin, atomum tarihi önemli bu da mütefennin olmayı gerektirir.
Atomun kendisi ile birlikte hareket de bir tefennün konusu, çünkü hareket konusu fiziğin hareket ettirenden kopardığı bir hakikat, bütün dünyadaki hareketler bir failden hikmetli bir tahrikten meydana geliyor bu da biraz fizik felsefesi, fizik bilmeyi gerektirir. Sonra esir maddesi onun tarihi ve önemi konusu bir tefennün konusu, tabiat fikri de bir tefennün konusu çünkü Üstadın kızdığı tabiiyyun denilen ekip, onlar da bir materlayist şube, bu da tefennün şubesi. “Eski ulemanın saplandığı heyula fihristesi.” Bu da bir garip cümle, bu da mütefenninlerin konusu. Bediüzzaman bu konuları bilmesi gereken bir insan tipini işaret ediyor. Biz yine anlamaya düşmanlık edelim. “Ehli fenden Hulusi birinin ortaya atılmasını isterdim” derken de Hulusi Abi’nin mütefennin bir karakter olduğunu öne sürer. Böyle karakter okumacılara ihtiyacını ifade eder.
Bahis zerre ve hareketi konusu ile kimya ve fizik konusudur. Hatta fizik değil kimya değil kimya ve fizik felsefesidir. Beşir Fuat Büchner isimli bir filozofun “Madde ve Kuvvet” isimli eserindan bahseder. Zannedersem bu kitabı Baha Tevfik denen bahtsız bir adam dinsizliğe revaç için tercüme etmiş. Materyalistlerin yanlışını anlatır Bediüzzaman, “kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından madde ve kuvveti ezeli tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine asar-ı ilahiyeyi –Allah’ın eserlerini- isnad etmeye –dayandırmaya- başlamışlar.“ Bugün dahi fizik derslerinde bu madde ve kuvvet ve bunların idaresi konusu ilahi bir muhitten yok. Bunları yapmadan ben-sen kavgası başladı.
Bir de “ezeliyeti ve halıkiyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından” bozulmuş akıl ve ezeliyeti ve halıkiyeti anlamamak, önemli bir sorun. Maddede tasarruf ve hareketin yönetimi bütün kainatı içine alan bir büyük eylem. Maddenin, eşyanın ihtiyacı olacak bir ölçüde kullanımı akıllara durgunluk verecek bir büyük tevzin, dağıtım. Hareketin yönetimi sayısız hareketi birbiri içinde birbirini akamete uğratmayacak şekilde yönetmek bu da akıllara durgunluk veren bir hakikat. Bir caddede birkaç araba için bir trafik polisi gerekirken, onları idaresi sorunken, kainattaki bütün hareketleri birbirine değmeden, tokuşturmadan yönetmek… Biz bu büyüklüğe secde ediyoruz, Erzurum’un tabiri ile “yan ne sandın ya.”
Maddenin hareketi ve hareketin tanzimi bütün ilimlerin odağında olan bir iş. Bütün ilimler hareket halinde ve bütün ilimler maddeye ve kuvvete muhtaç onları birbiri yönetmek. İşte Kayyum ismi. İlimler bu isimden habersiz bu olayları nasıl izah ediyor? Oluyor, oluşuyor, cereyan ediyor gibi yutturmaca ifadelerle.
Kayyumiyet risalesi bir astronomi kitabı: “şu kainattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, devamları, bekaları Sırr-ı Kayyumiyetle bağlıdır.” Havada tayyareler yerinde binler muhteşem kasırları kemal-ı intizamla durdurup seyahat ettiren…” “Küre-i arzdan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azim küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, her birini bir vazife ile tavzif edip…”
Hem de fizik bu bahis; “her bir mevcudun zerreleri dahi yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile beka ve devam ediyorlar. Evet bir zihayatın cesedindeki zerrelerin her bir azaya mahsus bir heyet ile küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazam durmaları, bilbedahe kendi kendinden olmayıp bir sırr-ı Kayyumiyetle olduğundan…”
Kayyumiyet risalesi bir yaratılış sorunları risalesidir. “Tılsım-ı kainat ve muamma-yı hilkat” gibi iki önemli bahiste Bediüzzaman’ın zihni ve fikri eksersizleridir. Eşyanın kendini gösterip kaybolmasının hikmetlerini düşünür ve fikirlerini söyler. “O zaman mevcudatın hususan zihayatın dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lutfu ilahi ile buldum.” Bu cümle ne kadar anlamlı, mevcudat ve zihayat canlılar öğrenci gibi dünya denilen dershaneye geliyorlar. Düşününce roman gibi bir cümle. Canlılar okula geliyor, eğitiliyor başka bir yere hazırlanıyor. Bütün canlılar bu okulda derslerine devam etmeliler, tenbellik etmemeliler. Bediüzzaman “insan ve bazı canavarlardan başka bütün mevcudat kemali dikkatle vazifesine çalışması zerre miktar haddinden tecavüz etmemesi azim bir heybet tahtında umumi bir itaatın bulunduğunu gösterir” diyor. Bu mealde bir cümle Haşir risalesinde var. Herkes hem ders alıyor, gelişiyor hem görevine dikkat ediyor. Bunların en mükemmeli olan insan tabiiki daha önemli bir öğrenci ve diğer öğrenciler onun dershanesinin levazımı.
Bu eser aynı zamanda bir seyir yani contemplatian estetik risalesidir. Allah büyük sanatçı, Bediüzzaman “Sanatkar-ıZülcelal” diyor. Bediüzzaman sanatkarları önce kendi eserlerine bakıp sonra başkalarının eserlerine bakmalarına sunduğunu söylüyor 11. sözde. Allah kainattaki muntazam sanatı kendi seyrediyor evvel emirde. İnsanların sanatlarını gösteriye açmaları onlara Allah’tan yansımış sanatçı niteliklerden ileri geliyor. “Masnuatta ve bilhassa zihayatlarda bulunan çok harika ve pek ince sanatın mucizeleri inkişaf etti. Anladım ki bu çok ince ve çok harika olan dekaik-i sanat yalnız zişuurların nazarlarına ifade-i mana için değildir. Gerçi her bir mevcudu hadsiz zişuurlar mütalaa edebilir. Fakat hem onların mütalaası mahduddur, hem de herkes o zihayatın bütün dekaik-i sanatına nüfuz edemezler. Demek Zihayatların en mühim netice-i hilkati ve en büyük gaye-i fıtratı Zat-ı Kayyum-ı Ezelinin kendi nazarına kendi acaib-i sanatını ve verdiği rahimane hediyelerini ve ihsanlarını arzetmektir.”
Eskilerin temaşa dediği şimdiler seyir, Kant’ın Contemplation dediği seyirin en önemlisi Allah’ın kendi sanatını temaşasıdır. “Her mevcutta hususan zihayatlarda hadsiz dekaik-i sanat bulunması Zat-ı Kayyumı ezelinin sanatını kendisi temaşa etmek olan hikmet-i hilkat…”
Bu mahlukat seyahattedir, seyerandadır, seferdedir, seyelandadır. “Şu kainata baktığımız vakit görüyoruz ki zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlukatın bir kısmı bir saniyede gelir, derekap kaybolur. Bir taifesi bir dakikada gelir, geçer. Bir nevi bir saat alem-i şehadete uğrar. Alem-i gayba girer. Bir kısmı bir günde bir kısmı bir senede bir kısmı bir asırda bir kısmı da asırlarda bu alem-i şehadete gelip konup vazife görüp gidiyorlar. Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat o sefer ve seyelan-ı mahlukat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevkü idare edilir ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basirane hakimane müdebbirane kumandanlık ediyor ki bütün akıllar faraza ittihad edip tek bir akıl olsa o hakimane idarenin künhüne yetişemez ve kusur bulup tenkid edemez.”
Seyahat süreleri, saniye, dakika, saat, gün, sene, asır, asırlar. Şu seyahati anlatan bir romancı çıkmalı bizde veya başka yerden, ne kadar harika bir gözlem. Bediüzzaman’ın hayalini takip etse romancı. Ondan ne romansal hayaller var harika değil mi? Sanat da bu seyirden doğmuş bütün görsel ve teşhiri sanatlar.
Burada yine bir genel estetik kaideyi zikreder, sonra din ile Allah ile bağlar. Önce kaide. “Herbir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister, her bir hüner sahibi kendi hünerini teşhir ve ilan etmekle nazar-ı dikkati celbetmek ister ve sever, ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mana meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever. Madem bu esaslı kaideler her şeyde derecesine göre cereyan ediyor...” Burada bir tahsis yok her bir tahsisi bir cümle değil, herhangi bir gibi. Genel kurallar böyle vazedilir, her bir hüner sahibi kim olur olsun. Hatta bizim Erzurum’da bir deyim vardır “desinler ki.” Hatta “adamı desinler mahvetti” derler. Sadece göstermek için yapılan masraflar hep göstermek için. Bedri Rahmi bir kenar mahallede resim yaparken bir adam bir tükürür ressamın nerdeyse tablosuna sıçrayacak. Üzülür ama bir şey demez, onu kenar mahalleye götüren nedir. Ünlü romancılar günlerce bilgi toplar sonra yazarlar. Zola bir romanı için altı ay banliyo trenlerinde gider gelir ve Hayvanlaşan İnsanlık romanını yazar.
Bediüzzaman da Ayetül Kübra ve Haşri tabiatın kucağında, sanatı Rabbaniyenin meşherinde dolaşarak yazar. Dünyanın büyük romancıları bile onun kadar tabiatın kucağında dolaşmamıştır. Bu görmek ve görünmek konusu estetikte ototelos olarak nitelendirilir, yani gayesi kendinde olan, seyrin gayesi seyrin kendisidir, ama o seyrin içinde ruhun aldığı haz da ayrı, yani menfaat endişesinden ayrı seyretmek. Güzele bakmak sevaptır derler doğru ama cinsel anlam ile sınırlı değildir, kainattaki güzellikleri seyretmek tefekkürdür, ibadettir. Koca kainat Allah’ın kendi sanatının nevilerini esmasının tecellileri için değişir durur, o kendine has ve mukaddes seyri seyreder duyar.