Rabbani alimler Mehdi beklemezler belki Mehdi’ye zemin ihzar eder ve hazırlarlar. Ya da meselenin doğrusu şudur: İslami kavramlardan birisi ‘Beklenen Mehdi’ deyimidir. Mehdi-i Muntazar’dır. ‘Beklenen’ veya ‘beklenmek’, Mehdi’nin sıfatıdır. Buna mukabil ümmetin, bekleyen veya ümmeti muntazır diye bir sıfatı yoktur. Beklemenin yerini değiştirdiğimiz zaman ortaya büyük bir atalet meydana çıkar. Enerji yerine atalet meydana çıkar. Ümmetin dinamizmini öldürür. Bu anlamda Mehdi beklemek atalete kapı aralamış ve neden olmuş mudur? Elbette olmuştur. Peygamberi yöntem ise şudur. Zatın birisi kıyametten sormuş ve Peygamberimiz (asm) ona ataleti hatırlatan değil, vazifeyi hatırlatan bir buyrukta bulunmuştur. Yani menfi değil müspet bir yol göstermiştir. ‘Kıyamete ne hazırladın?’ diye sormuştur. Kıyamete hazırlanmak pozitif bir tutumdur. Kıyameti beklemek ise negatif bir tutumdur. Bu ikisinin arasındaki farkı fark edemeyenler negatif bir bekleyiş ile atalete düşmüşlerdir.
Mehdi bekleme hususunda hem Şiiler hem de kısmen Sünni anlayışta atalet emareleri görülmüştür. Yapısı gereği Sünnilik bu beklemenin negatif yönünü aşmış ama Şiiler aşamamıştır. Sözgelimi ‘gaybet döneminde’ Şiiler birçok toplu ibadeti atıl bırakmış yani iptal etmişlerdir. Mehdilik bir nevi onlarda tatiliye mesleği haline gelmiştir. Bu hususta, cuma namazı ve cihadın tatil veya talik edilmesi hatırlanabilir. Şiiler bundan dolayı Sünni fetihlere olumsuz bir anlam yükleyerek bunları fütuhatçılık olarak nitelendirmişlerdir. Halbuki Sünnilikte bu ibadetler Mehdi’nin gelişine bağlı değildir. İyi veya kötü her yönetici ile birlikte namaz kılınır veya cihada gidilir. Genel kural budur.
*
Bununla birlikte, Sünniliğin içine sinmiş Haşeviye gibi bazı cereyanlar aklı ve kolektif gayretleri tatil ederek her şeyi Mehdi’nin gelişi üzerine bina etmişlerdir. Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul fethi sırasında böyle bir gaile ve engelle karşılaşmıştır. Bazı alimler Fatih’e, fethin Mehdi’ye müyesser olacağını söyleyerek; boşuna kürek çekilmemesini ve gayret edilmemesini salık verirler ve tavsiye ederler. Burada ise Rabbani damar Akşemseddin hazretlerinde tezahür ve tecelli eder. Akşemseddin Hazretleri devreye girer ve Mehdi’nin İstanbul’u fethetmesinin gerçek olduğunu lakin bunun ikinci defaya mahsus olabileceğini ve dolayısıyla Fatih’in önünde bir engelin (Mehdi engeli) bulunmadığını söyleyerek anlayışı tashih eder ve işin doğrusunu ortaya koyar. Bir yazımda 'ahbara değil ahkama tabi olduğumuzu' ifade etmiştim. Elbette ahkam da ahbar yoluyla temin ve elde edilir lakin din tamamlanmış olduğundan ahkam sabit hale gelmiştir. Ahbarda ise tali ve gayri sabit unsurlar bulmak mümkündür. Bu tali unsurları ahkamın yerine koymak ve esas almak ise sahibini Rabbanilikten uzaklaştırabilir. Yanlış mecralara sevk edebilir.
Bu ayrımı başka şekilde tasnif edenler de var. Prof. Bedri Gencer, Mehdi bekleme konusunda iki damara işaret eder. Nomolojik ve eskatolojik yaklaşımlar. Bir konuşmasında bunu şöyle izah ediyor: ”Osmanlıların temsil ettiği Sünni paradigma, nomolojik dediğim, tarihin, dine dayalı bir imtihan diyalektiğine göre işlediği anlayışına dayanır. Modernleşen dünyada ise Şiî ve Sünnî Arap dünyası ortaklaşa eskatolojik bir tarih ve din anlayışına kayıyorlar. Daha önce de dikkat çektiğim gibi, padişah II. Mahmud’a sunduğu layihada Keçecizâde İzzet Molla, şu sözlerle beşerî aktivizmin öneminin vurgulandığı nomolojik zihniyeti dile getiriyordu: “Şu kadar ki, Mehdî’nin yaklaştığı bir sırada dünyevî meselelerin tanzim olunamayacağını söyleyenlere şöyle cevap veririz: eğer Mehdî, yarın ortaya çıkacaksa, biz bugünden adalet ve eşitlik için çalışalım ki, O’nun, adaleti güçlendirme konusundaki gayretimizi görmesi, bize övünme vesilesi olabilsin.”
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethederek Mehdi’ye muhalefet etmemiş, onun misyonunu devşirmemiş belki tekmil etmiştir. Vazifeye müdrik olarak hareket etmiştir. Zannederim Hasan Feyzi ağabeyden menkul olan bir söz de, Bediüzzaman’ın selefleri olan Akşemseddin ve İzzet Molla gibi bu hususta rabbani bir çığırı temsil ettiğini göstermektedir. "Kardeşim! Mehdi-i Ahirzaman (RA) geldiğinde bizi vazife başında görsün!"
Bediüzzaman meseleyi imtihan sırrı gereği, kolaycılıktan ve hayali telakkilerden arındırır. Sünnetullah kalıbına döker. Bu çerçevede kullandığı ifadelerden birisi, şahs-ı manevi deyimidir. Yani temsilci şahıs ile birlikte onun temsil ettiği taban hareketidir. Ya da cemaatidir. İkisi arasında bir telazum vardır. Bu nedenle, Bediüzzaman Hazret-i Mehdi cemiyetinden bahseder. Mehdi zeminiyle veya nehir kollarıyla bir bütündür. Şahsı manevi telazuma işaret eder. Tek taraflılığı kaldırır. Bu birliktelik ve beraberlik Allah’ın tevfikine işaret eder. İmanı müminlere sevdiren Cenab-ı Allah’tır. Durum, Enfal Suresi 63’üncü ayette beyan edildiği veçhiledir: "Ve kalblerinin arasını sevgi ile telif etti, buldu. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını sevgi ile buluşturdu. Çünkü Allah her şeye galiptir, hükmünde hikmet sahibidir…"